• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...

Bu meşhur atasözünü duymayanımız ve bilmeyenimiz olmasa gerekir: “Halep orada ise, arşın buradadır.” Türkülere bile geçmiştir.

Bu sözün ne zaman söylendiğini de biliyorsunuz… Bir kişinin söylediği ve iddia ettiği şey eğer inandırıcılıktan uzak ise ve o esnadaki şartlar da onun yaşadığını anlattığı dönemin şartlarıyla aynı ise, bu söz ile kendisine denmiş oluyor ki, bu sözüne/iddiana inanmamızı istiyorsan, işte hodri meydan,  dediğini bir de gözlerimizin önünde yapıver de görüp inanalım…

Sözün burasında birden, “Müslümanlar olarak ciddi bir sınavdan geçiyoruz” diyecek oldum da… Zaten biz, hayatın kendisinin bir imtihan olduğunu bilmiyor muyuz?

Hani, “beterin de beteri var” derler ya. Yani kötünün daha kötüsü… Kötü, daha kötü ve en kötü… Beterin beteri dediğimiz şey de en kötü olandır. İşte şimdi de beterin beterini, diğer bir ifade ile en kötü olanı yaşadığımız bir dönemdeyiz. Fakat şu gerçeği de bilmeli ve unutmamalıyız: O beklenmedik beter hayatımıza girene kadar, yaşamakta olduğumuz beter en kötü olandır. Genelde bütün insanlık için ve özelde de bütün Müslümanlar için bugünkü beterin beteri olan işimiz, Gazze soykırımı karşısındaki zelil duruşumuz ve sınavımızdır. Gazze’deki soykırım karşısında takınılan tavır bütün insanlık için beterin beteri iken, biz Müslümanlar bir de bölgesel olarak beterin beteri olaylar yaşıyoruz. Çünkü yapılmakta olan kötülükler karşısındaki duruşumuz, ne yazık ki, genel olarak o kötülüklerin bir parçası olmak veya bir parçasını oluşturmak şeklindedir. Bunu da bilmediğimizden değil, bildiğimiz halde zaaflarımıza yenik düştüğümüzden dolayı yapıyoruz. Bu zaaflar da kimi ihtiraslarımızdır, kimi zaman milli zaaflarımızdır ve kimi zaman da mezhebi/meşrebi taassuplarımızdır.

Bu halimiz de doğal olarak her zaman düşmanlarımıza yaramış ve yaramaktadır…

Gelelim Suriye’de, Halep’te yaşananlara karşı Müslümanlar olarak sergilediğimiz duruşa ve sarf ettiğimiz sözlere…

Resim gayet net: Kimimiz Beşar Esad’ın yenilgisi için Allah’a dua ederken, kimimiz de muzaffer olması için dua ediyor…

Tabii, bununla da yetinmiyoruz ve her birimiz diğerini birilerinin maşası, oyuncağı ve uşağı olarak damgalıyoruz…

Her ne kadar gereğini yapmaya yanaşmazsak bile, bu sorunun cevabını vermekten kaçındığımız veya cevabını İslam’ın hilafına verdiğimiz sürece Allah’ın rahmetine mazhar olamayacağımızı da biliyoruz.

Sadece Türkiye olarak değil, bütün İslam dünyası olarak onlarca yıldır dilimizden düşürmediğimiz bir konu da, düşmanlarımızın kötü emelleri; iç işlerimize müdahaleleri ve sınırlarımızı bile değiştirecek faaliyetler içinde olduklarıdır. Bütün bunları konuşmasına konuşuruz, ama hangi zaaflarımızın ve eksiklerimizin düşmanlarımıza bu cesareti verdiği üzerinde düşünmek istemeyiz…

İran’ından Suudi’sine, Türkiye’sinden Mısır’ına ve Irak’ından Suriye’sine kadar hepsi ve hepimiz, emperyalistlerin bölgemize ve iç işlerimize müdahale ettikleri, sınırlarımızı değiştirmeye azmettikleri ve ellerinden gelen kötülükleri ardına koymadıkları gibi konularda ittifak halindeyiz. Fakat ne acı bir şeydir ki, neden bütün bu kötülüklere maruz kaldığımızı sorgulamamız gerekirken, bunları konuşmamak konusunda da zımni bir ittifakımız var. Bu halimizle düşmanı defetmemiz mümkün olur mu? Düşmanlarımız bu halimize sevinmesinler de ne yapsınlar?

Trump’un henüz koltuğuna oturmadan, “Ortadoğu’yu cehenneme çevireceği” tehdidinde bulunabilmesi de Sünnisiyle ve Şiisiyle biz Müslümanların bu zaafları nedeniyle değil mi?

Öyleyse gelin, “emrolunduğumuz gibi dosdoğru olalım.”

Maruz kaldığımız kuşatmaları da ancak böyle aşabiliriz. Dolayısıyla gün, emrolunduğumuz gibi yaşamak günüdür ve gün, kardeşliğimizi yaşamak günüdür. Aksi halde bu zulümlerin bir parçası olduğumuzu unutmayalım.