• DOLAR 34.547
  • EURO 36.015
  • ALTIN 3005.461
  • ...

Dün 1924, Müslüman olmanın diğer adı mürteci idi. Ve bugün 2024, Müslüman olmanın diğer adı, Atatürk’e hakarettir!

Cumhuriyetin ilk yüz yılını geride bıraktık, ama Atatürkçüler hala 1923’lerdeki gibi kin, kan ve düşmanlık kusuyorlar. Bir hayat tarzına dönüştürdükleri hakaretlerden geri kalmamaları bir yana, Müslümanları Allah ile Atatürk arasında bir tercih yapmaya da zorluyorlar. Hayır, tercih yapma hakkı da tanımıyorlar, doğrudan Atatürk’e tapmayı dayatıyorlar. Bununla da yetinmiyorlar, Atatürk’ün ruhuna bir de Fatiha Süresini okumamızı istiyorlar. Umarız bu sözlerimiz bizim, “bari iki tanrı arasında bir tercih yapma hakkı versinler “ dediğimiz şeklinde yanlış anlaşılmaz… Bu sözlerle onların zorbalıklarında ne kadar sınır tanımaz olduklarını anlatmaya çalışıyoruz.

Az olsalar bile, Atatürkçülerin bu denli azgın olmalarının nedeni, anayasanın kendilerine tanıdığı ayrıcalıkla birlikte devletin bütün imkânlarını da istedikleri gibi kullanıyor olmalarıdır. Toplumu büyük ölçüde dönüştürebilmiş olmaları da bundandır.  

Örneğin, ister kendisini Müslüman olarak tanımlasın, isterse Atatürkçü veya Laik, özellikle Atatürk konusunda ikiyüzlü olmayı, yalan söylemeyi ve adı kadar emin oldukları gerçeklerin üstünü örtmeyi bir hayat tarzına ve hatta bir inanca dönüştürdüklerini görüyoruz. Tabii, bu yalanlarının, bu ikiyüzlülüklerinin ve bile bile gerçeklerin üstünü örtmelerinin biricik mağdurları da her zaman biz Müslümanlarız.

Peki, en cahil Atatürkçü bile, Atatürk’ün kendi özgür iradesiyle tercihini Laiklikten yana yaptığını bilmiyor mu? Atatürk’ün, Kur’an ve Hz. Muhammed hakkındaki sözlerini okumamış veya duymamış mı? Atatürk’ün, İslam’ı anayasadan çıkardığından ve yerine koyduğu kanunları da Batıdan aldığından habersiz mi?

Tabii ki, bütün bunları bilmelerine rağmen kendi dinlerini Müslümanlara dayatma hakkını ve gücünü bulmalarının nedeni, yukarıda da dediğimiz gibi, anayasadır.

Bu durumda Müslümanların yapmaları gereken şey, en azından “sizin dininiz size ve bizim dinimiz bize” şeklinde bir duruş sergilemek ve bunda sebat etmektir. Aksi halde camilerimizde bile Atatürk’e dua ettirmeyi kanunlaştıracakları günler hiç de uzak görülmüyor.

Hele hele iktidarda kendilerini Müslüman olarak tanımlayanların olmaları ve dahası, onların bu koltuklarını bu zulümleri sonlandıracaklarına dair verdikleri vaatlere borçlu olmaları, Kemalistlerin kinlerini daha bir bilediği şüphesizdir.

Müslümanlara yönelik giderek artan sözlü ve fiili taciz, hakaret ve saldırılar ve hatta bazı Müslümanların sadece ifade ettikleri düşünceleri nedeniyle çeşitli zulümlere maruz kalmaları da gösteriyor ki, Müslümanlara Türkiye Yüzyılında da rahat yoktur.

Öyle ki, düşüncelerimizi dahi artık ifade etmekten korkuyoruz. Kemalizm hakkındaki düşünceleri nedeniyle zulme maruz kalan Müslümanlardan biri de, Sayın Mehmet Arslan’dır. 10 Kasım’daki sözlerinde zerre kadar şiddet, zerre kadar hakaret, zerre kadar toplumu tahrik etmek ve zerre kadar nefret suçu olmadığı halde, tutuklanıp cezaevine atılmasına yetti.

Sözün burasında hem iktidara ve hem de Sayın Ali Erbaş’ın şahsında bütün diyanet camiasına sorularımız ve çağrımız var.

İktidara çağrımız, ya Atatürk’ün bir tanrı olduğuna ve dolayısıyla eleştirilemeyeceğine dair bir kanun çıkarmaları(!) ya da Atatürk hakkındaki gerçeklerin dile getirilmesini bir suç olmaktan çıkarmalarıdır.

Diyanet camiasına da çağrımız, vaaz kürsülerinde bize öğrettikleri, “haksızlık karşısında susanlar dilsiz şeytandır” sözüne evvela kendilerinin sadık kalmaları ve bu bağlamda Allah’ın dinini Tağutların çıkarlarına göre çarpıtan bel’amlar olmayı değil, peygamberlerin varisleri olmayı tercih etmeleridir.

Sonuç olarak, imanımıza şirk bulaşmasın diyorsak, bunun en alt sınırı, dayatanlara karşı, “sizin dininiz size, benim dinim bana” hükmünde sebat etmektir.