• DOLAR 34.312
  • EURO 37.22
  • ALTIN 3018.549
  • ...

Allah’ın kanunları ile Atatürk’ün kanunları arasında bir tercih ile karşı karşıya olmak. Daha doğrusu, Allah’ın kanunlarını Atatürk’ün kanunlarını uygulamanın aracına dönüştürme yükümlülüğü…

Evvela belirteyim ki, sadece Diyanet kurumu, İlahiyat Fakülteleri ve diğer dini kurumlar değildir, rejimin dayattığı bu tercih ve yükümlülüğün muhatapları… Bunlar, istisnasız bütün Müslümanlar için de geçerlidir.

Başlıktaki soruyu da bu bilinçle sordum.

Burada önemli olan, hangi şartlar altında yaşıyorsak yaşayalım, Allah’ın biz kulları için koyduğu, “La yukellifullahu nefsen illa vus’aha – Her nefis yapabileceği kadar sorumludur” hükmünün neresinde olduğumuzdur.

Yani bir kötülüğü gördüğümüzde, ona karşı verdiğimiz mücadele sahip olduğumuz güçle orantılı mıdır? Kalbimizdekini bir biz biliriz, bir de Allah, ama elimizle ve buna da gücümüz yetmiyorsa, dilimizle bu kötülüğe karşı koyuyor muyuz?

Örneğin, bu bağlamda soykırımcı israil’in ve destekçilerinin ürünlerini boykot etmek, hem elimizle ve hem de dilimizle gerçekleştirebileceğimiz bir eylemdir.

Gerçi ambargo ve boykotun devlet boyutu da var. Ama %99unu oluşturduğumuz devletlerde Allah’ın hükümlerini uygulamaktan aciz olmamız ve dolayısıyla tağutların hükümleriyle yönetiliyor olmamız nedeniyle, istiyorum ki, burada da vatandaşı olduğumuz devletlerin değil, kendimizin, yani biz Müslümanların gerek bireyler ve gerekse kurumlarımız olarak boykotun neresinde olduğumuzu birlikte sorgulayalım…

Ambargo veya boykot, herkesin rakiplerine ve düşmanlarına karşı başvurduğu bir yöntemdir. Her ikisi de yaptırım içeriklidir ve her ikisiyle de elde edilmek istenen sonuç aynıdır. Şöyle ki: Hedefteki kişiyi, şirketi, grubu ve devleti yaptığı kötü şeyden caydırmaktan başlayarak onları zayıf düşürmeye, hareket alanlarını kısmaya, teslim almaya ve hatta ölüm dâhil, etkisiz hale getirmeye kadar gider.

Malumumuz, zalimler, kötülüklerini katlamak için bu yönteme başvururken, İslam da biz Müslümanlardan onları kötülükten alıkoymak, kötülüklerine engel olmak, kötüleri etkisizleştirmek için boykot yapmalarını emreder.

Bu bilgiyi ve bilinci vermeleri gerekenler de âlimlerdir. Bu âlimleri günümüzün adıyla söyleyecek olursak, müftüler, vaizler, imamlar, müezzinler ve bir bütün olarak ilahiyatçılardır.

Fakat şimdiye kadarki sonuçlarına baktığımızda, her gün yüzlerce Müslümanın paramparça edildiği bir zamanda bile, pek çoğu karşı koyma eyleminin en basiti olan bir boykotu dahi yapmayacak kadar bir zilletin içindedirler. Tabii ki, bu zilletteki en büyük pay da din adamlarınındır.

Bu da demektir ki, kendilerini Müslüman olarak tanımlayan siyasiler ve bilumum yöneticiler kadar din adamları da ihtiraslarının kuludurlar. Bu ihtirasın adı da bazen makam, bazen mülk, bazen para ve bazen de hepsidir.

Şunu bilmeliyiz ki, her birimiz genelde zulme ve bugünün özelinde ise israil’in zulmüne ortak olduğumuz oranda suç ortağıyızdır.

Diyanetinden İlahiyatlarına, Camilerinden Kur’an Kurslarına, derneklerinden vakıflarına, partilerine, iş yerlerine ve evlerine kadar herkes ve her kurum düşmanın ürünlerini tükettiği oranda suç ortağı olduğunu bilmelidir.

Aslında azıcık düşünecek olursak, her türlü maddi zararı göze alarak israil’i desteklediklerini dünyaya ilan ettikleri halde, ülkemiz Türkiye’de onların bir tanesini dahi boykotumuzla kapatamayacak kadar aciz ve zelil olduğumuzu da görürüz.

Bu durumda evvelemirde yapmamız gereken ilk iş, evlerimizden başlayarak nefes aldığımız her yerde doğrudan veya dolaylı olarak mazlumların kanında elimizin olup olmadığını bilmek ve sonuçta inancımızın emrettiği gibi davranmaktır. Aksi halde bu amellerimizin ahiretteki karşılığıyla karşılanacağımızı unutmayalım.

Öyleyse Allah’ın, “ey iman edenler, iman ediniz” çağrısına lebbeyk diyelim; yekdiğerimize iyiliği emredelim ve kötülükten sakınalım ve sakındıralım. Ki kurtulanlardan olabilelim.