• DOLAR 34.545
  • EURO 36.009
  • ALTIN 3010.241
  • ...

Önceden bildirildiği gibi, bugün Türkiye genelinde ve bütün dış temsilciliklerinde Cumhuriyetin kuruluşunun yüzüncü yılı kutlanıyor.

Tabii ki, kutlanabilir ve hatta kutlanmalıdır da...

Ama bizce asıl önemli olan niçin ve nasıl kutlanması, kutlamamız gerektiğidir. İşte burada toplumun ciddi bir kesimi ile ayrışıyoruz.

Evvela hem "cumhuriyet" kelimesinin ve hem de bir yönetim biçimi olarak "Cumhuriyet"in tanımını yapalım ki, söyleyeceklerimiz doğru anlaşılsın ve çarpıtılmasın.

Cumhuriyet, Arapça bir kelime olup, birden fazla insanların oluşturduğu topluluk – toplum anlamına gelmektedir.

Cumhuriyet'in bir yönetim biçimi olarak anlamı ise, belli sınırlar içinde yaşayan toplumun kendi iradesi doğrultusunda oluşturduğu ve süreç içinde de bu iradenin belirleyici olduğu devlet yapısıdır.

Sözün burasında sorulan ilk soru; bu cumhuriyetin, yani Türkiye Cumhuriyeti'nin gerçekten cumhurun iradesinin bir eseri olup olmadığıdır. Bu bağlamda her akıl sahibinin bu soruya vereceği cevap, şüphesiz ki, HAYIR olacaktır! Çünkü Cumhuriyeti ilan eden ve dolayısıyla Cumhuriyetin kurucusu olan Mustafa Kemal, cumhurun iradesini değil, kendi iradesini esas almıştır. Mustafa Kemal, Cumhuriyetin anayasasını da yine kendisinin koyduğu ilkeler çerçevesinde oluşturmuştur. Bu diktatörce dayatmasına gelen eleştirileri de şiddetle bastırıp bertaraf etmiştir. Böylece Müslümanlar devletin yönetiminden uzaklaştırıldıktan sonra rejimin hem kesintisiz mağduru ve hem de bekçisi derekesine düşürülmüşlerdir.

Cumhurun kendi iradesini kendi idaresi olan Cumhuriyete yansıtmasının önünü kesen Mustafa Kemal ve halefleri, bu arada ülkenin imkânlarını da kalkınma, toplumsal refah ve barış yönünde değil, toplumu değerlerinden koparıp laikleştirmek yönünde kullanmışlardır. Atatürk'ün ve haleflerinin Müslümanları "mürteci" ve Kürtleri de "bölücü" olarak itham edip, hala zulmetmeleri de bundandır.

Ama ne yazık ki, bu despot ve inkârcı rejimin mağdurları olan biz Müslümanlar da iyi bir sınav veremedik ve hala veremiyoruz. İmkânlarımızı adil bir sistemi oluşturmak yönünde kullanacağımıza, adalet vaadiyle iktidar olanlarımız, makam ve mevki sahibi olanlarımız, hakkı, adaleti, ehliyeti ve liyakati gözeteceklerine, genelde zulmü tercih ettiler. Yöneticilerin ve bürokrasinin yolsuzluk içinde yüzüyor olmaları, ehliyet ve liyakatin gözetilmemesi, üniversitelerin karanlık vesayetlere mahkûm edilerek birer birer Mankurtlaştırma Merkezi derekesine düşmeleri ve eğitin sisteminin toplumu köleleştirici bir işlev görmesi de bundandır.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Mustafa Kemal, İslam'ı toplumun hayatında çıkarmak, Müslüman topluma boyun eğdirip ona Laikliği, Atatürkçülüğü, Kemalizm’i ve kısaca kendi dinini kabul ettirmede başarılı olmuştur. Her ne kadar anayasada yalın bir şekilde belirtilmemiş olsa da, uygulamada Atatürk bir tanrıdır. Hala darbecilerin yaptığı bir anayasa ile yönetiliyor olmamız ve bu anayasada Atatürk'ün ilkelerini içeren maddelerin değil çıkarılması, çıkarılmasının teklif dahi edilememesi de ona atfedilen tanrılığın bir sonucudur.

Kendilerini Müslüman olarak tanımlayanların çoğu, Cumhuriyetin geçen yüzyılını bu bilinçle değerlendirmedikleri ve bu bilinçle sorgulamadıkları içindir ki, bugün rejimin payandası yapılabiliyor ve Anıtkabir'e doldurulabiliyorlar.

Cumhuriyet diye bize dayatılan, ama haddizatında despot olan bu rejimden kurtulmamız da ancak Cumhuriyete adaleti egemen kılmakla mümkündür!