Bir Viyana ve İstanbul Karşılaştırması
Birkaç gündür yeniden İstanbul’dayım…
İstanbul ve Viyana’ya dair aklımdan neler geçmiyor ki…
İstanbul ve Viyana…
Hani bir deyim var ya, “o anılınca, akan sular durur” diye.
Ama bu söz bu iki şehir için tam aksidir. Çünkü onlar anıldıkça, durgun sular bile akıverir.
İstanbul ve Viyana…
Tabiatları bakımından biri diğerinden güzel iki şehir…
Aynı zamanda en fazla yaşadığım iki şehir…
Birinin içinden deniz akıyor, diğerinin içinden nehir…
Ve her ikisi de en uzun yaşadığım iki şehir…
Bu arada unutmadan yazayım; Viyana, bu sene de “dünyanın en yaşanabilir” şehri payesini kaptı!
İstanbul, bazı yönleri değil Viyana, dünyanın hiçbir şehri ile kıyaslanamaz. Çünkü haddizatında bu kadar güzel ve bu kadar ayrıcalıklıdır. Ama Viyana dünyanın en yaşanabilir şehri seçilirken, İstanbul neredeyse dünyanın en yaşanamaz şehirleri arasına girecektir.
Tevafuk bu ya, gelmeden önce elimde Joseph Pomiankowski’nin, Osmanlı’nın çöküşünü anlatan hatıra kitabı vardı. Son sayfalarında, İstanbul’dan ayrılışını tasvir ederken, hem siluetini anması ve hem de siluetini el çizimi ile resmetmiş olması dikkatimi çekti. Bu satırları okurken, bir yandan da İstanbul’a ilk geldiğim 1984 yılını hatırladım. Ve o tarihten günümüze İstanbul’un silueti üzerinden bir yolculuk yaptım. Kitaptaki siluet ile bizim 80li yıllara kadar görüp yaşadığımız siluet hemen hemen aynı idi. Ama 20-30 yıl sonrası ile karşılaştırdığımızda, karşımıza bambaşka bir siluet çıkıyor. Hayır, siluet falan çıkmıyor. Kelimenin tam anlamıyla bir ihanet ve silueti görüyoruz. Aksi halde İslam’ın mührü olan o güzelim minarelerin ve diğer medeniyetlerin mührü olan Ayasofya ve Galata gibi yapıların malum ucube gökdelenlerin altında can çekişiyor olmalarını başka nasıl izah edebiliriz ki?
Zihnimde canlandırdığım bu siluetler beni o kadar etkiledi ki, hemen kitabın arasına koyduğum kâğıda şu başlığı attım: Pomiankowski’den Erdoğan’a İstanbul’un silueti… İnşallah ilk fırsatta bu başlığın altını dolduracağım…
Gerçi son bir yüz yılda İstanbul’a yapılagelen kötülükler ve ihanetler saymakla bitmez, ama bu kötülüklerin ve ihanetlerin zirvesi de çarpık kentleşme ve dahi gökdelenlerle İstanbul’un siluetine yapılan bu tecavüz olsa gerekir.
Bugünden geriye baktığımızda, İstanbul hangi parti ve şahıs tarafından yönetilmiş olursa olsun, kesintisiz bir ihanete uğramıştır. Bunun istisnası yok. Bugüne kadar İstanbul’a en büyük hizmeti yapan Sayın Erdoğan bile İstanbul’a ihanet ettiklerini samimi bir şekilde ifade etmedi mi? Hem de bir değil, birkaç defa…
Yukarıda dediğim gibi, birkaç gündür yeniden İstanbul’un havasını soluyor ve İstanbul’u okuyorum. İstanbul lisanıhâliyle neler söylemiyor ki…
Ya İstanbullular… Diyebilirim ki, İstanbul’un halinden şikâyet etmeyeni yoktur. Siz de doğal olarak bu şikâyetin insanları daha iyiye ve daha güzele doğru götürdüğünü bir anlığına düşünüyorsunuz. İstanbullularda böyle bir irade gördüğümü söyleyemem. Yani demem o ki, İstanbullular, adil bir şahsiyetin belediye başkanı olması konusunda uzlaşma düzeyine gelememişlerdir. İstisnaları dışında, seçmenlerde adaletin değil de, partinin esas alındığı bir inanç hâkimdir!
Örneğin, önümüzde yerel seçimler var ve İstanbulluların mahsur, mahkûm ve mazlum İstanbul’u haramilerin elinden kurtarmak imkânları var. Ama şimdiye kadarki gözlemlerimden çıkardığım sonuç, İstanbulluların adil bir “Şehremini” seçmek konusunda uzlaşmanın çok gerisinde olduklarıdır.
Doğrusu ben de merakla bekliyorum; İstanbullular hangi partiden olup olmadığına bakmaksızın, adil olan bir adaydan yana mı tercihlerini yapacaklar, yoksa ihaneti bilafasıla sürdürecek birini mi yine seçecekler, göreceğiz inşallah.