• DOLAR 34.653
  • EURO 36.38
  • ALTIN 2930.587
  • ...

Bugünden geriye baktığımızda, doğrudan veya dolaylı olarak dışarıdan gelen müdahalelerden uzak bir seçim geçirdiğimizi söyleyebiliyor muyuz? Hayır!

Peki, Türkiye’deki seçimler neden ABD’yi ve Avrupa ülkelerini bu kadar ilgilendiriyor? Neden hükümetlerinden muhalefet partilerine ve sözde objektif medyalarına kadar müdahale ediyorlar ve hatta “Erdoğan gitmeli!” diyecek kadar ileri gidebiliyorlar?

Bu, müdahaleden de öte, düpedüz bir saldırı değil mi? Türkiye’ye bir müstemleke muamelesi yapanlara ve milletin iradesini aşağılayanlara Türkiye insanının bir cevabı olmalı değil mi?

Siyasi aidiyeti ne olursa olsun, her vatandaşın dışarıdan yapılan her müdahaleyi en üst perdeden mahkûm etmesi gerekmez mi?

Şahit olduğumuz gibi, seçimle birlikte adeta bir savaş hali de yaşıyoruz. Muhalefetteki üç büyük parti ile Türkiye’ye müdahale eden ülkelerin Türkiye’nin bugünü ile yarınları hakkındaki taleplerinin birbiriyle örtüşüyor olması da düşündürücüdür.

Dolayısıyla önümüzde iki seçenek var; ya mahremimize uzanan elleri kıracağız, ya da o ellere tutunanlardan ve o ellerden medet umanlardan olacağız.

Yeri gelmişken söyleyelim… Müdahalelere maruz kalmak konusunda ne yazık ki, Türkiye yalnız değildir. Bugün yeryüzündeki 200’ü aşkın ülkenin ezici çoğunluğu bu onur kırıcı müdahalelerin muhatabıdır. Elbette ki, bu ülkelerin hepsi aynı derecede bağımlı ve aynı derecede güçsüz ve çaresiz değildir. Hepsinde kuşatmayı yarma, bağımlılıktan kurtulma, barış ve refah içinde yaşama çabaları vardır. Ancak yine hepsinin içinde, bu çabaları akamete uğratan işbirlikçiler de vardır. Bunların kimisi gönüllü ve kimisi de gafletinden işbirlikçidir. Bunların karakterleri, söylemleri, eylemleri ve vaatleri ülkeden ülkeye değişse de, kendilerini tanımak hiç de zor değildir. Bunların en büyük üç özellikleri şunlardır:

Birincisi: Toplumun genelinin değerleriyle hem savaş halindedirler ve hem de toplumu bu değerler ekseninde kontrollü olarak birbiriyle çatıştırırlar.

İkincisi: Üretmezler ve üretenleri de ortadan kaldırmak pahasına bile olsa engellemeye çalışırlar.

Üçüncüsü: Toplumun din ve milliyet gibi kutsal ve fıtri değerler başta olmak üzere, vatan, bayrak vb. milli değerlerini birer kamplaşma, ötekileştirme ve çatışma aracına dönüştürürler.

Ülkemizde bu özellikleriyle öne çıkan partilerin hangileri olduklarına baktığımızda, 100 küsur yaşındaki CHP ile onun inkâr politikalarının eseri olan PKK-HDP’yi görüyoruz. Her iki yapının da elleri kanlıdır. Ellerinde binlerce değil, on binlerce masum insanın kanı vardır. Ve hepsinden de önemlisi, hiçbiri de döktüğü kanlardan dolayı bir pişmanlık içinde değildir. Aksine ellerine güç geçtiği takdirde, kaldıkları yerden cürümlerini devam ettirecek kadar kin, nefret ve intikam dolular.

Seçime gittiğimiz bugünlerde bile ellerinde toplumsal barışa, toplumsal refaha ve ülkeyi bağımlılıktan kurtarmaya dair somut projeler bulunduracaklarına, tehdit ediyorlar! Her fırsatta Türkiye’nin iç işlerine müdahale eden ve hatta müdahalelerini bazen darbelere kadar vardıran emperyalist ülkelere karşı duracaklarına, onlarla işbirliği içindedirler.

Bütün bunlarla birlikte dışarıdan yapılagelen müdahaleleri de selamlayacak kadar bir teslimiyet içindedirler.

İşte Erdoğan’ı ve Cumhur İttifakını desteklemeyi bir yükümlülük olarak dayatan da dış ülkelerin müdahaleleri ve bu müdahaleleri selamlayan muhalefettir…

Tabii, bu, Cumhur İttifakını ve onu oluşturan partileri ideal gördüğümüz anlamına gelmiyor kesinlikle. Nitekim bugüne kadar gerek Cumhur İttifakına ve gerekse onu oluşturan partilere getirdiğimiz eleştiriler de bunun göstergesidir. Seçimlerin sonucu ne olursa olsun, önümüzde şerri bütünüyle defetmek gibi büyük bir yükümlülüğümüz var. Bu bilincimizi koruyup gereğini yapmadığımız takdirde, şerrin bir parçası olacağımızı da unutmayalım…