• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...

Nerede olursa olsunlar, İslam’ı referans aldıklarını söyleyenlere karşı yine İslam’dan gelen bir yükümlülüğümüz var. Birbirimize iyiyi emretmek ve yekdiğerimizi kötü olan şeylerden sakındırmak ve bu bağlamda bir binanın tuğlaları gibi kenetlenmek…

Bir Müslüman eğer zerre kadar bile olsa bu yükümlülüklerin yerine getirilmesinden rahatsız oluyorsa, ihtirasları kendini göstermiş demektir.

Bize düşen görev, birbirimize olan yükümlülüklerimizi hem zamanında ve hem de en meşru yol ve yöntemlerle yerine getirmek… Çünkü geciktirdiğimiz adalet nasıl ki bize zulüm olarak geri dönüyorsa, ötelediğimiz ve geciktirdiğimiz eleştiriler de kendimize ve dostlarımıza zulüm olmanın yanı sıra, hepimiz için hüsrandır ve bozgundur!

Zaten yetiştiğimiz mektebin bize öğrettiği de bu yükümlülüklerimizi yerinde ve zamanında ifa etmek değil mi?

Öyle bir mektep ki, düsturlarına uyanlarda ne şüphe kalır ve ne de mağlup olurlar.

Çünkü gerek gördüklerinde, kalpleri mutmain olsun ve inançlarında zerre şüphe kalmasın diye, tıpkı İbrahim gibi, “Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster” derler. Çünkü gerek gördüklerinde, kanlarının son damlasına kadar itaatte kusur etmesinler diye, tıpkı Hubab bin Munzir gibi, “Ya Resulullah, burada mevzilenmemiz Allah’tan gelen bir vahiy mi, yoksa kendi görüşün mü” diye sorarlar.

Tarihimizi bilenlerimiz, Viyana Bozgunundan kastımızın ne olduğunu da biliyorlardır.

1683 yılında yaşadığımız Viyana Bozgununun üzerinden 340 yıl geçmektedir.

Viyana Bozgunu, eldeki güç ve imkânların yerli yerinde kullanılması halinde kesin olan bir zaferin, askerinden başkomutanına kadar bu savaşta yer alanların ihtirasları sonucu, büyük bir yenilgi ile sonuçlanan olayın adıdır.

Bu yenilginin bedeli o kadar ağır oldu ki, yüzlerce yıl yaşadığımız üç kıtadan sökülüp atılmamız yetmediği gibi, elimizde yarım yamalak tuttuğumuz mevcut vatanımızda bile güvenliğimizi tam olarak sağlayabilmiş değiliz.

Öyle ki, müttefikimiz diye ülkemizde onlarca askeri üs verdiğimiz ülkelerin içişlerimize müdahale etmelerine ve hatta defalarca darbe yapmalarına bile engel olamıyoruz!

Büyük Şeytan Amerika’nın müdahaleleri, zorbalıkta büyük bir güç olmaları nedeniyle anlaşılabilir de nüfusları ancak İstanbul’un bir semti kadar olan ülkecikler bile bazen doğrudan ve bazen de elçileri üzerinden müdahale etme cüretinde bulunabiliyorlar.

İşte bütün bunlar Viyana Bozgununun artçı depremleridir.

Düşündüğümüz takdirde, bizzat yaşadıklarımızdan gözlemleyebileceğimiz gibi, yeryüzünün değişmeyen bir kanunu vardır. Ki bu kanunun inancımızdaki adı sünnetullahtır. Kişi ve topluluklar inansınlar veya inanmasınlar, işlerini bu kanuna göre yapanlar kazanırken, buna direnenler kaybederler.

Müslümanlar da ne zaman ve nerede bu kanuna tersine hareket etmişlerse, sonları yenilgi ve hüsran olmuştur.

Dolayısıyla Müslümanlar olarak yapmamız gereken şey, Allah’ın koyduğu bu yeryüzü kanununa riayet etmektir. Bu kanunun diğer adı, aklını yerli yerinde kullanan her insanın hem anlayabileceği ve hem de uygulayabileceği adalettir! Evet, adalet!

Çünkü ölçü olarak ihtiraslarla malul olan kişisel, ailevi, kavmi ve milli çıkarları değil de adaleti esas aldığımızda, akabinde her hal ve şart altında bizi haysiyetimizle, izzetimizle ve şerefimizle birlikte yaşatacak olan ehliyet, liyakat ve hakka ve emanete riayet gelir.

Bu genel değerlendirmelerden hareketle gelelim önümüzdeki seçimlere…

Umumi manzaradan hareketle diyebiliriz ki, yeni bir Viyana Bozgunu yaşamak da yaşamamak da Sayın Erdoğan’ın uhdesindedir!

Milletin Erdoğan’ı geçen 20 yıl boyunca ve hem de darbelere ve kurşunlara göğsünü siper ederek iktidarda tutmasının nedeni, özlemini çektiği adalettir.

Burada cevabını vermemiz gereken soru şudur: Bizim ölçümüz, önümüzdeki ittifaklardan, taraflardan ve partilerden hangisinin diğerlerinden daha zalim veya daha adil olması mı yoksa bizzat adaletin kendisi mi olmalı?

Bazılarına zor gelse de biricik ölçü her zaman tabii ki, adalettir! Bu bağlamda bilmemiz gereken diğer bir husus da şudur: Gerek bizim ve gerekse toplumun önüne koyacağımız adaylar olarak muarızlarımızdan daha az zalim, daha az rüşvetçi, daha az gaspçı ve daha az hırsız olmamız, denize düşenlerin yılana sarılmaları gibi, kendilerini çaresizlerin çaresi olarak görebiliriz. Ama adalet, ehliyet ve liyakat gibi her iki dünyamızı da abat edecek değerleri ölçü almak dururken, insanları şerrin ehvenine mecbur etmenin de haddizatında bir bozgun olduğu şüphesizdir!

Ama sonuçları 340 yıl önceki Viyana Bozgunu gibi olacak bir bozgunu yaşamak istemiyorsak eğer, ne yapmamız gerektiğinin cevabı yukarıdaki soruda gizlidir.