• DOLAR 34.343
  • EURO 36.384
  • ALTIN 2841.63
  • ...

Muhtemeldir ki, çoğunuz bu soruyu garipsemekten de öte rahatsız oluyor ve hatta öfkeleniyorsunuzdur. Çünkü dağına taşına “Ne mutlu Türküm diyene”  yazılan bir yerin sahibinin Türk’ten başkası olamayacağını sanıyor ve bu nedenle soruyu da Türk’ün bu görünürdeki egemenliğine saldırı olarak görüyorsunuz.

Bu paragrafı da okuyorsanız, ezici çoğunluğunuz soruya aşağıdaki soru ile karşılık veriyorsunuzdur: Devletin sahibi Türk değil de kimdir?

Devletin sahibinin Türk olup olmadığını bilmek istiyorsanız, evvela Türk’ün tanımını doğru yapmanız ve saniyen devletin sahibinin o tanımdaki Türk olup olmadığına bakmanız gerekir.

Öyleyse Türk nedir?

Türk, Müslümandır!

Evet, yanlış okumadınız, Türk, Müslümandır!

Bu, bütün Türklerin Müslüman oldukları anlamına gelmez. Türkler veya başka kavimler tarihin herhangi bir diliminde %100 aynı inançta olmuşlar mı, bilmiyoruz. Olmuşlarsa bile, istisnai bir durumdur. Bu nedenledir ki, milletler inançları üzerinden tanımlanırken çoğunluk esas alınır. Fakat çoğunlukla aynı inançta olmayanlar da ayrıca kendi inançlarıyla anılıp kabul edilirler. Burada önemli olan nokta, devletin sahibinin çoğunluk mu veya azınlık mı olduğudur! Örneğin, Araplar, Farslar ve Kürtler Müslümandır. Diğer yandan İsrail Oğulları Yahudi, Japonlar ve Kamboçlar Budist, Almanlar ve Ruslar Hristiyandır! Bunlardan her birinin dinlerinin farklı yorumlarından hareketle ayrı mezheplere ayrılıyor olmaları bu gerçeği değiştirmez.

Yanlış anlaşılmasın diye, konumuz Türkiye olduğu için, buradaki “Müslüman Türk” tanımını, doğal olarak Türk olmayan diğer bütün Müslüman unsurlar için de kullandığım bilinsin.

Şimdi aynı soruyu diğer milletler için soralım: İşgalci israil devletinin sahibi Yahudiler mi? Japonya Devletinin sahibi Budistler mi? Almanya’nın sahibi Hristiyanlar mı? Buradaki ölçü, bu devletlerin anayasalarının tamamen veya kısmen kendi toplumlarının ezici çoğunluğunun sahip olduğu dinin hükümlerinden oluşup oluşmadığıdır. Ama dilerseniz bu ölçüyü daha geniş tutup şöyle soralım: Bu devletlerin anayasaları çoğunluğun dininden hükümler içersin veya içermesin, en azından bu çoğunluğun dini ile barışıklar mı, değiller mi?

Laikliğin esas alındığı Fransa Devrimini başlangıç olarak alırsak, Avrupa’daki bu köklü değişimin 200 küsur yıllık bir tarihi vardır. O zamana kadar devlet üzerinde belirleyici olan Kilise, yani papalık ve dolayısıyla din adamları, doğal olarak bu konumlarını korumak istediler, ama yenildiler.

Aralarındaki mücadele de ne çok kanlı savaşlara yol açtı ve ne de kalıcı düşmanlıklar oluşturdu… Daha açık söylemek gerekirse, mücadeleyi kazanan laikler, Hristiyanları hain ve düşman belleyerek darağaçlarında sallandırmadılar, İncil’i yakmadılar, kiliseleri ahıra dönüştürmediler veya başka amaçlar için kullanmadılar. Hristiyanlara devletin dinini veya laikliği dayatmak yerine, Kiliseyi özerkleştirdiler ve Hristiyanları da kendi inançlarında özgür bıraktılar. Devlet, Hristiyanlığa karşı savaş açmadığı ve Hristiyanlar da inançları nedeniyle ötekileştirip düşman olarak bellemediği için, Hristiyanların devletin sahibi olmayı yitirdikleri de söylenemez. Yani her biri Hristiyan olarak devletin sahibidir.

Avrupalıların kendi aralarında yaşadıkları–hallettikleri bu köklü değişimi, Türkler Birinci Dünya Savaşı’nda yenildikten sonra dışarıdan yapılan müdahalelerle yaşadılar. Bunun içindir ki, Türklerin bu köklü değişimleri, Avrupalılarınki gibi ihtiyari olmadı, hem cebri ve hem de çok kanlı oldu.

Yalnız burada bir nokta var ki, o bilinmeden Türklerin devletin başından nasıl uzaklaştırıldıkları anlaşılamaz. O nokta da şudur: Galipler, Türkleri devletin başından uzaklaştırma mücadelelerinde yalnız değillerdi ve hizmetlerinde Türklerin içindeki Türk olmayan unsurlar vardı ve bir de devşirebildikleri az sayıdaki Türkler…

Türkler, devletlerini yitirmemek için direnmesine direndiler, ama başaramadılar ve bu defaki yenilgileri onları devletin sahipliğinden de etti. Türklerin bu statüleri, Cumhuriyetin kurulmasından sonra yapılan anayasa ile ve bu anayasaya daha sonra yapılan ekleme ve çıkarmalarla da tescil edildi. Denebilir ki, bu yenilgide gafil avlanmalarının da payı oldu. Çünkü bu son yenilgiyi galiplere karşı değil, içlerindeki işbirlikçilerine karşı aldılar.

Kenya’nın kurucu devlet Başkanı Jomo Kenyatta’nın kendi hallerini tanımlamak için yaptığı şu tespit ne yazık ki, Türkler için de geçerlidir:

“Batılılar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize, gözlerimizi kapayarak dua etmeyi öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda, bizim elimizde İncil onların elinde topraklarımız vardı.”

Türkler de, “düşmanı denize döktük, işgalcileri kovduk, artık şehit kanlarıyla yoğrulan topraklarımızın üzerinde onların ruhlarını şad edecek bir devlet-düzen kuralım” diyecekken, kendilerini İstiklal Mahkemelerinde ve darağaçlarında buldular. Artık ellerinde ne dinleri vardı ve ne de devletleri… Bunların yerinde yeni dinin amentüsü olan altı ilke ve kendisini mürteci olarak mahkûm eden rejime bekçilik…

Devletlûlar, Türklerin nasıl bir dine inanmaları gerektiğini kendilerine dayatmakla kalmadılar, yeni atalarının kim olduğunu ve ona olan kulluklarını nasıl ifa edeceklerini de dayattılar. Ve bir daha devletin sahibi olamasınlar diye, o gün bugündür Müslüman Türklerin başına vurup duruyorlar. Milliyetçilikle vuruyorlar, devletçilikle vuruyorlar, laiklikle vuruyorlar ve kısaca vurdukça vuruyorlar.

Dolayısıyla ve sonuç olarak, önemli olan, 2023 seçimlerini kimin kazanacağı değil, Türklerin yeniden devletin sahibi olabilip olamayacaklarıdır!