Ne ittifak iltihaktır ve ne de siyaset ilkesizlik! Amma ve lakin…
Türkiye’deki İslam karşıtları geçen bu yüzyıllık iktidarlarında sadece zulmün envaiçeşidini uygulamadılar, aynı zamanda düşman bellediklerine karşı psikolojik harbin de her türlüsünü uygulayageldiler.
Kendileri istediklerine taparlar, istedikleri gibi inanırlar ve istedikleri gibi giyinirler, ama bununla yetinmezler. Kendileri dışında kalanların kime ve neye inanacaklarına… Dualarında kimlerin adlarını anacaklarına ve kimlerinkini anamayacaklarına… Dinlerini nasıl ve ne kadar yaşayabileceklerine… Ve nerede ve nasıl giyinmeleri gerektiğine karışma hakkını da kendilerinde görürler.
O kadar ikiyüzlüler ki, hem “hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” derler ve hem de darbelerle malul anayasalarına tanrısal bir kutsallık yükleyerek, milletin onu kendi iradesi doğrultusunda değiştirme veya yenileme düşüncelerini ve taleplerini ihanetle itham edip üzerine çullanırlar.
Çoğunluklar, ama adaleti tesis etmek ve dolayısıyla rejimden kaynaklanan mağduriyetleri gidermek konusunda yükümlülüklerini yerine getirmiyorlar veya getiremiyorlar.
Dilimiz söylemeye varmıyor, ama sanki korkuyorlar. Yani sanki bu azgın azınlığın her an kendilerini İstiklal Mahkemelerine çekebileceklerinin ve darağaçlarında sallayabileceklerinin korkusu ile yaşıyorlar.
Seçime gidiyorken, ülkenin çoğunluğu olarak cevabını vermemiz gereken soru şudur:
Hayatımızı Cumhuriyetin ikinci yüzyılında da yine “mürteci” ve “bölücü” gibi sıfatların yanı sıra ikinci sınıf vatandaş olarak mı devam ettireceğiz, yoksa mücadelemizi ülkenin eşit vatandaşları olmak yönünde mi yoğunlaştıracağız? Arzumuz bu zelil hayatı bir yüz yıl daha devam ettirmemek ve temel insani haklarımızla birlikte yaşamak olduğuna göre, yapmamız gereken şey de bu ulvi hedef ile uyumlu olmalı değil mi?
Öyleyse bunu nasıl başarabiliriz?
Elbette ki adaleti hayatımızın merkezine alarak!
Adalet diyoruz, ama üzülerek belirtelim ki, ne bu çoğunluğun seçtiği siyasiler, ne bu çoğunluğun âlimleri, aydınları ve ne de bu çoğunluğun sırtından geçinen medya ve gazeteciler, çoğunluğu hakkıyla ve layıkıyla temsil edemiyorlar.
Dolayısıyla bu saydıklarımızın adalet ile imtihanı da ne yazık ki, bir zamanlar Mekke müşriklerinin hamurdan yaptıkları putları acıktıklarında yemelerine benziyor. Hâlbuki adalet, eğer gerçekten de herkesin temel haklarını garanti ediyor ve aynı zamanda herkese, “şeriatın-kanunun kestiği parmak acımaz” dedirtiyorsa, adalettir.
Çölün suya susaması gibi, Türkiye de adalete o derece susamış olarak ve birbirine rakip iki ittifak eşliğinde seçime gidiyor. Sizleri bilmem, ama bana göre, ne ittifaklar ve ne de partilerin çoğu ilkeleri esas almadıkları için, her iki ittifak da Türkiye’nin özlemini duyduğu adaleti tesis etmenin çok gerisindedir.
Tarafların donanımları nasıl olursa olsun, her halükarda seçim, tahakkümlerini devam ettirmek isteyenlerle, mağduriyetlerinin giderilmesini isteyen çoğunluk arasında geçecektir.
Azgın azınlığın biricik hedefi, kendi tahakkümünü önümüzdeki yüz yıl da devam ettirmek olduğu için, milletin seçimine sunacağı adaylar da bu hizmeti hakkıyla ve layıkıyla ifa edecek donanımda olacaklarını söyleyebiliriz. Ama geçen yüz yılın mağdur çoğunluğunun sesi olduğunu söyleyen ve bu mağduriyeti gidermek adına adaleti icraatlarının merkezine aldığını iddia eden Cumhur İttifakının milletin seçimine sunacağı adayların da gerçekten bu donanımda olup olmayacakları konusunda benim endişelerim var. Tabii ki, hepimizin temennisi, milletin seçimine gerçekten de işinin ehli olanları sunmalarıdır!
Daha önce de söylediğim gibi, bu seçimin mağlubu da yine değerlerine saygıları olmayanlar, her ne pahasına olursa olsun adalette ısrar etmek yerine, güce selam duranlar ve kısaca ilkesizler olacaktır.