• DOLAR 34.426
  • EURO 36.456
  • ALTIN 2843.672
  • ...

İnsanın niceliğini ve niteliğini ortaya koyan, onu baş veya ayak yapan yahut birilerine hizmetçi ve köle yapan şey, onun sahip olduğu ve uğrunda mücadele ettiği ilkeleridir!

İlkeleri iyi, daha iyi ve mükemmel olanlar her zaman güç ve iktidar sahibi olmayabilirler, olamayabilirler, ama en azından onurlu bir hayatları vardır ve tabiatla barışık, düşmanlarına karşı başları dik ve insanlara güven verirler.

Yüz yılını geride bıraktığımız Cumhuriyet rejimine ve bu rejimin yarattığı topluma baktığımızda, ana hatlarıyla iki sınıf oluşturduğunu görürüz: Kendilerini ülkenin-rejimin sahibi olarak görenler ve bunların “öteki” olarak görüp ona göre muamele ettikleri tebaaları!

Rejimin kurucusu Mustafa Kemal ve onun izinde gidenler her ne kadar kendilerini “muasır medeniyet” dedikleri ve bireyin özgürlüğünü esas alan o dönem Avrupa’sının takipçileri olarak tanımlasalar bile, hem anayasalarıyla ve hem de icraatlarıyla Orta Çağ Avrupası’nın baskıcı ve kanlı bir kopyası olmaktan öte gidemediler.

Kutsal Roma İmparatorluğu’nun Hristiyanlar arasındaki mezhep savaşlarını kontrol altına almak için 1555 yılında Augsburg’da gerçekleştirdiği toplantıda “Augsburg Din Barışı” adı ile bulduğu çözüm şöyle idi: „Cuius regio, eius religio!” Bu Latince cümlenin-kanunun tercümesi şöyledir: “Kimin bölgesinde iseniz, onun dinindensiniz!” Yani bir yerdeki kralın veya prensin yahut derebeyinin mezhebi ne ise, tebaası da ya onun mezhebine girecekti, ya da öldürülmek ile hicret etmek arasında bir tercih yapacaktı!

Hemen belirtelim ki, o zamanlar, gerek en büyük imparatorluk olan Osmanlı Devleti’nde ve gerekse diğer Müslüman topluluklarda değil sadece Müslümanlar, Hristiyan ve Yahudilerin yanı sıra diğerleri de kendi inançlarına göre yaşayabiliyorlardı!

Yüz yılını artık geride bıraktığımız Türkiye Cumhuriyeti Rejimini tarihteki ve günümüzdeki rejimlerle kıyaslamayı da şöyle bir soru ile yapalım:

İlk 15 yılda Atatürk’ün ve sonrasında ise Atatürkçülerin eliyle İstiklal Mahkemelerinden darağaçlarına, işkencelerden zindanlara, darbelerden katliamlara, ezici çoğunluğun dini olan İslam’ı hayatın dışına mahkûm edip Müslümanlara mürteci muamelesi yapmaktan etnik aidiyet üzerinden gerçekleştirilen inkâr, asimilasyon ve imha politikalarına ve her on yılda bir gerçekleştirdikleri darbelere kadar oldukça kanlı geçirdikleri bu yüz yıllık rejimin adı, Atatürk’ün iddia ettiği gibi, “muasır ülkelerin seviyesindeki düzen” mi, yoksa Ortaçağ Avrupası’nın „Cuius regio, eius religio” düzeni mi?

Olan ve ölen için bir şey yapamayacağımıza göre, cevabını vermemiz gereken soru şudur:

Cumhuriyetin önümüzdeki yüz yılını nasıl geçireceğiz?

Şüphe yok ki, önümüzdeki yüzyılı da ilkeleri ve inançları uğrunda mücadele edenler ve gerektiğinde bedel ödemekten de çekinmeyenler şekillendireceklerdir!

İliklerimize kadar yaşadık ve gördük ki, iradelerine sahip olmadıkları ve iradelerini idarelerine yansıtmadıkları sürece seçimlerin de çoğunluğun da ve hatta iktidara gelip hükümet olmanın da bir kıymeti harbiyesi yoktur. Bunun içindir ki, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturuyor olmalarına rağmen Müslümanlar hem anayasada, hem rejimin nezdinde ve hem de azgın azınlığın gözünde hala mürtecidir! Ve bunun içindir ki, etnik aidiyet bakımından toplumun ikinci büyük kesimini oluşturuyor olmalarına rağmen Kürtler hem anayasada, hem rejimin nezdinde ve hem de azgın azınlığın gözünde bölücüdür!

Daha açık söyleyelim, dini aidiyet olarak Müslümanlar ve etnik aidiyet olarak Kürtler hala bu ülkenin eşit vatandaşları değildirler. Buna rağmen ne kendilerini Müslümanların temsilcileri olarak görenlerin ve ne de Kürtleri temsil iddiasında olanların, ülkenin eşit vatandaşları olmak yönünde ciddi bir çabaları yoktur!

Örneğin, önümüzdeki yüz yılı nasıl yaşamak istedikleri ve ülkeyi nasıl şekillendirmek istedikleri yönünde sağcısından solcusuna, milliyetçisinden ulusalcısına, Atatürkçüsünden Sosyalistine ve hatta eşcinselinden çevrecisine kadar herkes inancını hayata geçirmenin mücadelesini veriyorken ve birilerinin hatırına olsun evrensel insani değerlerle çatışan ahlaksız ilkelerinden bile hiçbir taviz vermiyorken ve hele hele malum azgın azınlık her zamanki saldırganlığını, bağnazlığını ve düşmanlığını zerre azaltmadan sürdürüyorken, geçen yüz yıl boyunca en fazla zulme maruz kaldıkları halde, hem inandıklarını söyledikleri değerlerden kopuk yaşayanlar ve hem de inançlarının aksine en ilkesiz duruş sergileyenler de ne yazık ki, yine dini aidiyet olarak Müslümanlar ve etnik aidiyet olarak Kürtlerdir!

Müslümanlar eğer bir yüz yıl daha rejimin ötekileri olarak itilip kakılmak ve mürteci muamelesi görmek istemiyorlarsa ve Kürtler de olmasında zerre kadar bir etkilerinin olmadığı etnik aidiyetleri nedeniyle bir yüz yıl daha hem temel insani haklarından mahrum ve hem de bölücü sıfatı ile yaşamak istemiyorlarsa, inançlarıyla ve iddialarıyla örtüşen bir duruş sergilemek ve bu duruşu sergilemeyenlerle yollarını ayırmak zorundadırlar.

Sonuç olarak, önümüzdeki seçimin kaybedeni de şu veya bu ittifak yahut şu veya bu parti değil, inanlarını süfli çıkarlara kurban edenler ve bu bağlamda ilkesiz duruş sergileyenler olacaktır!