Cumhuriyetin 100. Yılına Girerken Rejimin Ötekileri: Aleviler, Kürtler ve Türkler-1
Cevabını aradığımız soru şudur: Geçen yüz yıl boyunca rejimin ötekileri olarak muamele gören Alevilerin, Kürtlerin ve Türklerin bu halleri devam mı ettirilecek, yoksa anılan unsurlar hayatlarının merkezine iradelerini idarelerine hâkim kılmalarının mücadelesini mi koyacaklar?
"Öteki" kavramının ne anlama geldiğini ve toplamda Türkiye nüfusunun %99’unu oluşturan bu kesimlerin ne gibi gayrimeşru yol ve yöntemlerle ötekileştirildiklerini yazının seyri içinde vereceğiz.
Geçen yüz yılın son genel seçimlerinin sürecinde bu konuyu tartışmaya açmak hayatî derecede bir önem taşımaktadır. Bu propaganda süreci, hangi partilerin bu insanlık suçunu içselleştirdiğini ve devamından yana olduğunu ve hangilerinin Türkiye'yi bu utançtan kurtarmak yönünde çaba sarf ettiklerini görmemizi de sağlayacaktır. Tabii ki, partiler kadar onlara oy veren biz bireyler de önemli bir sınavdan geçiyoruz. Elimize tutuşturulan bayraklarla ve ağzımıza sokulan vatan, millet ve devlet sloganlarıyla kendimizi avutup, bir yüz yıl daha "öteki" ve dolayısıyla rejimin en ucuz askerleri olarak yaşamaya EVET mi diyeceğiz, HAYIR mı?
Mezopotamya’nın kadim halklarından olan Kürtlerin yolu ile Orta Asya’nın kadim halklarından olup Batıya doğru açılan Türklerin yolu, bundan bin küsur yıl önce Anadolu’da kesişmiştir. O esnada her ikisi de dini aidiyet olarak artık Müslüman idiler. Çoğunluğu, kendilerini İslam’ın Ehlisünnet yorumu olarak tanımlarlar. Kendilerini İslam’ın Şia yorumuyla tanımlayan Aleviler de Araplardan Farslara, Kürtlere, Türklere ve diğer unsurlara kadar birçok kavimden oluşurken, Türkiye’dekiler Kürtlerden ve Türklerden oluşurlar.
Giriş cümlesinden de anlaşıldığı gibi, milliyetleri ve mezhepleri ayrı olsa da, hepsinin dinleri İslam ve adları Müslümandır! Aralarında Müslüman olmayanların da olması bir istisna olup, genel kaideyi bozmaz.
Birlikte yaşadıkları bu bin yılı üç ayrı döneme ayırabiliriz. Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi… Her üç devletin de öncüleri Türkler ve kurucu unsurları Türkler ve Kürtlerdir. Gerek Selçuklu ve gerekse Osmanlı Dönemlerinde aralarında çeşitli sorunlar yaşadıkları ve bu sorunlardan bazılarının kanlı olaylara kadar vardığı bir gerçektir. Ancak bu sorunlar devletin bir politikası şeklinde olmadığı gibi etnik, dini ve mezhebi nedenlerle de değildir. Bazen içerideki ve bazen de komşularla olan siyasi hesapların yol açtığı sorunlardır. Kaldı ki, benzer sorunlar Türklerin kendi aralarında da beylikler düzeyinde yaşanmıştır. Bunların herhangi birini ne hoş görüyoruz ve ne de olumlu buluyoruz. Yaptığımız, yaşanan olumsuzlukların genelde çarpıtılan adlarını oldukları gibi koymaktır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra başlayan ve hala yaşanmakta olan sorunlara dikkat ederseniz, önceki dönemlerden tamamen farklı olduklarını görürsünüz. Devletin gücünü ellerine geçirenler her ne kadar bu olayların adını "devlete isyan", “İrtica” ve “Bölücülük” olarak koymuş olsalar dahi, bu sorunların temelinde din vardır. Hedefinde yeni bir toplum yaratmak olan ve kendi hayatının yanı sıra devletin bütün imkânlarını da bu uğurda harcayan Mustafa Kemal’in bu yolda attığı ilk adım, mevcut olan dinin, yani toplumun %99’unun dini olan İslam’ın yerine kendi dinini koymak olmuştur.
Bunun diğer adı toplumun hemen hemen hepsini karşısına almak anlamına geldiği için, Mustafa Kemal, toplumu etnik ve dini aidiyetleri üzerinden ötekileştirme yoluna gitmiştir. Ve bunu da bir devlet politikasına dönüştürmüştür.
Dolayısıyla rejimin Alevilere, Kürtlere ve Türklere “öteki” muamelesi yapmasının; onları gâh hain, gâh bölücü, gâh mürteci diye itham edip katliamlardan darağaçlarına, sürgünlerden zindanlar ve işkencelere kadar onca zulmü reva görmesinin temelinde bunlardan herhangi birinin devlete başkaldırısı veya ayrı devlet kurmak gibi bir girişimi yoktur, sadece ve sadece din vardır!
Bir rejimin kendi vatandaşları arasında ayrım yapması; onları milliyetlerine, inançlarına, renklerine ve dillerine göre farklı muamelelere tabi tutması, bir insanlık suçudur. Bu da hem onur kırıcıdır ve hem de olağanüstü bir haldir. Olması ve yapılması gereken, bundan behemehal kurtulmanın cehdi ve cidali içinde olmaktır.
Türkiye de son yüz yıldır kendi vatandaşları arasında böylesine bir ayrımcılık yapan ülkelerden biridir. Hele hele Türkiye’nin öteki muamelesi yaptığı vatandaşlarının oranının resmi kaynaklara göre toplumun %99’unu oluşturması, bu onur kırıcılığı ve olağanüstülüğün-olağandışılığın şiddetini görmek ve göstermek bakımından da önemlidir.
Haliyle burada insanın aklına şöyle bir soru da geliyor: Bu çoğunluk, neden bu onur kırıcı muameleyi gururuna yedirebiliyor ve neden bu olağandışılığı olağan görüyor? Çünkü ilk bakışta görünen manzara böyledir.
Konumuzun ve tartışmamızın çerçevesinin de bu uzun girişle birlikte ortaya çıktığını düşünüyorum. Sizlerin de aktif eleştiri ve katkılarıyla devam edeceğiz inşallah.