• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...

Birer, üçer, beşer, biner, on biner öldürdüklerini meçhullere gömen devletten, öldürdüklerinin kemiklerini yakınlarına özenle teslim eden devlete ulaştık artık. Bu seviyeye gelmek 100 yılımızı aldı, ama olsun. Buna da şükür(!).

Dikkat ettiyseniz, bu olay haber değeri bile taşımadı. Katilin ve maktulün kimlikleri bu olayın bir haber değeri bile taşımamasında belirleyici oldu.

Baba da çocuğunun kemiklerini verenlere; “çocuğumu neden öldürdünüz?” diye sormadı, soramadı. Soramadı, çünkü bütün sorularının cevabını biliyordu.

Sorsa da baştakilerin verecekleri cevap en fazla şöyle olacaktır: “Bizden öncekiler öldürdüklerinin mezarlarını bile göstermiyorken, biz bari öldürdüklerimizin kemiklerini veriyoruz. Daha ne istiyorsunuz?”

Karşınızdaki size, “daha ne istiyorsunuz?” diye soruyorsa, başınıza gelebilecekleri hesaba katmalısınız. Bu soru ile dedikleri şudur: “Yaptıklarımızın birkaç katını daha yapmamızı istemiyorsanız, oturun oturduğunuz yerde!”

Peki, ne oldu da 1000’li yıllardan başlayarak yüzlerce yıl boyunca aynı kaderi paylaşmış; dindaş, yoldaş ve dinde kardeş olan bu iki halk bu hale geldi ve getirildi? Neden kine, kana, tacize, tecavüze ve gaspa doymuyorlar? Kimdir bunlar ve nasıl başardılar bunu?

Bu sorunun cevabını bulmamız için 100 yıl öncesine gitmemiz gerekiyor.

"... Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin ve hem de Türklerin yetkili vekillerinden oluşur ve bu iki unsur bütün menfaatlerini ve kaderlerini birleştirmiştir. Yani onlar bilirler ki bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak olmaz."

Evet, yukarıdaki sözler Mustafa Kemal'e aittir.  Bunları Ocak 1923’te gittiği İzmit’te, yani Cumhuriyeti ilan etmesine aylar kala söylüyordu. Ki doğru olan da bu idi. Çünkü 1000’li yıllarda gerçekleştirdikleri ittifakı ve yüzlerce yıl boyunca kıvançta ve tasada omuz omuza korudukları kardeşliği ve birlikteliği ancak bu şekilde sürdürebilirdik.

Fakat öyle olmadı. Diğer birçok konuda olduğu gibi bu konuda da Mustafa Kemal söylediklerinin aksini yaptı. Hem de cumhuriyeti ilan ettikten hemen sonra... Kürtçe konuşmaya getirdiği yasakları sürgünler, tahrikler ve nihayetinde katliamlar izledi. Arşivlere girmek hala yasak ve dayatılan tarih de yalanlarla bezeli olduğu için, bu zulümler hakkında bildiklerimiz de ancak buzdağının görünen kısmı kadardır…

Evrensel hukuka ve dahi BM Beyannamesine göre, bir insanı milliyetinden, renginden ve dilinden dolayı ötekileştirmek, bir kavmin varlığını inkâr etmek ve bir dili yasaklamak veya kısıtlamak birer insanlık suçudur.

Buna göre, Türkiye de bu bağlamda bu insanlık suçunu 100 yıldan beridir kesintisiz olarak işleyen ender ülkelerden biridir. Daha da kötüsü, görevi bu insanlık suçuna son vermek olan TBMM'nin bile milyonlarca vatandaşının konuştuğu Kürtçeyi hala “bilinmeyen dil” olarak kayıtlara geçirmekle bu insanlık suçunu mükerreren işliyor olmasıdır.

Devletin hala değişmez politikalarından olan bu insanlık suçunu yöneticilerden akademisyenlerine, aydınlarından din adamlarına ve siyasetçilerine kadar hiç kimsenin mahkum etmesinin nedeni, bu suçun onlarda da bir hayat tarzına dönüşmüş olmasındandır.

Ama Atatürk’ten Erdoğan’a kadar devlet eliyle işlenegelen bu insanlık suçunda meydana gelen birkaç olumlu değişiklik de vardır. İşte bunlardan biri de devletin öldürdüğü kişilerin cenazelerini veya kemiklerini kayıplara karıştırmak yerine sahiplerine vermesidir.

İktidarından muhalefetine kadar bu insanlık suçunu işlemeyenleri yoktur. İktidarın, gasp edilen haklardan bir kısmını iade etmiş olması, elbette ki iyidir, ama insanlık utancını sona erdirmek konusunda hala isteksizdir. Son zamanlarda helalleşme söylemleri nedeniyle toplum, CHP’den seleflerinin işledikleri zulümlerden dolayı onları kınamalarını bekleyedursun, onlar da hala, “dün yaptık, bugün de yaparız” havasındalar…

Bu nedenledir ki, bizim şimdi burada yazdığımız her harf ve kurduğumuz her cümle haddizatında bir isyandır! Evet, isyan ediyoruz! İsyanımız zulmedir, zalimleredir ve zulme sessiz kalanlaradır! İsyanımız, iktidarından muhalefetine kadar sözlerinde durmayanlara ve diğer adı zulüm olan statükoya teslim olup bize de dayatanlaradır!

Ve isyanımız, Seyyit Rıza, idam sehpasına götürülürken, idam emrini veren diğer katillerin de duyabilecekleri kadar yüksek bir sesle cellatlarının suratına haykırdığı, ‘evladı Kerbelayız, ayıptır, günahtır, zulümdür, cinayettir’ sözleri hala Dersim’in dağlarında, Dersimlilerin ve dahi “insanım” diyen herkesin yüreğinde yankılanıyorken, hakeza Diyarbekir’in surları hala Şeyh Said’ler için karalar bağlıyorken, hakkı, adaleti, kardeşliği ve halkların kardeşliğini dillerinden düşürmeyenlerin, samimi bir şekilde TBMM kürsüsüne çıkıp da, “Seyyit Rıza’ların ve Şeyh Said’lerin mezarlarını bulmak ve milletin arzuladığı toplumsal barışı sağlamak şeref borcumuzdur” diyecek kadar bir onurdan yoksun olmalarınadır!

Her kime yapılıyor olursa olsun, bugünkü şiddetin, hak gaspının, inkârın, asimilasyonun ve kısaca zulmün dünkünden daha az olması...! Dolayısıyla seleflerinden daha az zalim olduklarıyla övünenler, aslında kendi zalimliklerini de bu karşılaştırma üzerinden meşrulaştırdıklarını artık görmeliler…

Yanlış anlaşılmasın, bizler, hala elleri kanlı olan ve dillerinden kan akan birileri gibi intikam peşinde değiliz! Sadece adalet diyoruz ve sadece adalet istiyoruz! Yani, bu inkârcı rejimin kadim kardeşliğimizde açtığı bu kanlı fetret dönemi son bulsun istiyoruz! Devlet olarak ve dahi millet olarak Cumhuriyetin yüzüncü yılına da bu insanlık suçu ile girmeyelim diyoruz! Bunun da yolu seleflerine göre daha az zulmetmek değil, iktidarı ve muhalefetiyle birlikte adaleti inşa etmektir ve adil olmaktır. Fakat ne yazık bu ulvi meziyet ne iktidarda vardır ve ne de muhalefette… Yüzyılın seçimine daha adil bir Türkiye’yi müjdelemek yarışı içinde gireceklerine, birbirileri üzerinden topluma korku pompalamaları da önceliklerinin adalet olmadığının açık bir göstergesidir!

Bir yüz yıl daha zulmün parçası ve zalimlerin payandası olmak istemiyorsak, yapacağımız şey belli: İzzetimizi kuşanmak ve bedeli ne olursa olsun, devletin insan onuruna saygı duyanında ve yöneticinin de adil olanında ısrar etmek ve onun mücadelesini vermektir.