Ve Yezit Sordu: “Benden mi makam istersiniz, Allah’tan mı cennet?”
Hz. Hüseyin geliyordu ve Yezit için vakit daralıyordu. Çünkü Hz. Hüseyin’in kendisini davet edenlerle buluşması, Yezit’in sonu veya en azından yerinden edilmesi olabilirdi.
Babası Muaviye tarafından gayri meşru bir şekilde Müslümanların başına getirilen Yezit’in önünde bu durumda iki seçenek vardı; ya Kur’an ve Sünnetin hakemliğinde ve Müslümanların şehadetinde Hz. Hüseyin ile uzlaşacaktı veya onunla savaşacaktı…
Hz. Hüseyin’i öldürmenin ne anlama geldiğini ve bu fiili işleyecek olanların yerinin neresi olacağını, hem Yezit ve hem de onun valileri, komutanları, askerleri ve kısaca halk şüphesiz ki, çok iyi biliyorlardı. Çünkü iman ettiklerini söyledikleri Kur’an’ın bu konu için koyduğu hükümler hiçbir şüpheye yer vermeyecek kadar açıktı.
Yezit’in tek bir amacı vardı; her ne pahasına olursa olsun tahtını korumak… Bunun da yolunun Kur’an’ın hakemliğine başvurmaktan değil, o hükümleri de karşısına almaktan geçtiğini biliyordu. Nitekim savaşta, masum kanı dökmekte karar kıldı. Valilerine ve dahi komutanlarına emri kesin idi: Mekke’den çıkıp davet edildiği Kûfe’ye doğru ilerleyen Hz. Hüseyin’i öldürmeleri ve başını gövdesinden koparıp kendisine getirmeleri…
Pasif gördüğü Kûfe valisini azleden Yezit, tavsiye üzerine buranın valiliğini de Basra valisi olan İbni Ziyad’a verdi. İbni Ziyad deyip geçmemek gerekir, çünkü o da Yezit ve selefi gibi zulme ve kana doymak bilmeyen bir yönetici idi.
Rivayet odur ki, İbni Ziyad o günlerde Ömer Bin Sa’d’ı Rey şehrine tayin etmişti. Hz. Hüseyin’in geliyor olması üzerine, Ömer’e, “önce ordun ile Hüseyin’in üzerine gidip işini bitir, sonra görevine gidersin” dedi. Ömer’in mazeret istemesine karşılık İbni Ziyad’ın cevabı net oldu: “Emrimi yerine getirmiyorsan, valilik görevini iade et!” Bunun üzerine İbni Ziyad’dan bir günlük düşünme müsaadesi isteyen Ömer, rivayet odur ki hem çevresine danıştı ve hem de nefis muhasebesi yaptı. Çevresinden bu işi onaylayan olmadı, aksine hepsi şiddetle reddetmesini istediler. Kendisi de Hz. Hüseyin’i öldürmenin ne anlama geldiğini biliyordu. Ama o gerçeği bilmesi, Allah’ın rızasını tercih etmesine yetmedi ve kendisini şöyle ikna etti: “Hz. Hüseyin’i öldürürsem, cehenneme gideceğim kesindir. Öldürmediğim takdirde, valiliğin elimden gideceği kesindir. Fakat cehennem uzak, ama valilik bir adım ötesi. Öyleyse, önce valiliği güvence altına alayım. Beni cehennemden kurtaracak hayır hasenat için de zamanım var.”
Diğerleri de tamı tamına Ömer bin Sa’d gibi düşünüyordu. Bu olayları okuyanlar göreceklerdir ki, Yezit’ten İbni Ziyad’a, komutanlardan askerlere ve halka kadar hepsi de Hz. Hüseyin’in kanına girmenin cehennemlik bir amel olduğunu hem biliyor ve hem de böyle inanıyorlardı. Fakat buna rağmen hepsi de tercihini zulümden yana yapıyordu! Kimisi eliyle, kimisi diliyle ve kimisi de kalbi ile bu zulmün ortağı ve bir parçası idi. Peki, kimdi bunlar? Hiçbirinin kalbini bilemeyiz, ama dilleriyle hepsi Müslümandılar? Dahası, sahabe idiler, ashabın çocukları idiler! Namaz, oruç ve hac gibi dini vecibeleri yerine getiriyorlardı.
Bu da demektir ki, kişinin Müslüman olması, tek başına büyük veya küçük günah işlemesine engel değildir. İşte biz Müslümanların da üzerinden yüzlerce yıl geçiyor olmasına rağmen hala yüzleşmediğimiz ve yüzleşemediğimiz sorumuz ve sorunumuz şudur: Allah’ın koyduğu hükümler karşısında herhangi bir Müslümanın bir ayrıcalığı, yani bu hükümleri çiğnemek gibi bir hakkı var mı? Soruyu biraz daha açarak soralım: Allah’ın kesin bir şekilde haram kıldığı bir fiili işleyen kişinin sahabe, sahabe çocuğu, halife, sultan, padişah, emir, başkan, şeyh vb. sıfatları haiz olması, o haramı işlemesini mubah kılar mı?
Teorik olarak hepimizin bu sorulara cevabı olumsuzdur. Ama birçoğumuzun pratiği Hz. Hüseyin’leri katledenlerinki gibidir.
Bugünkü ümmet olarak ortalamamız, Yezit döneminkinden daha iyi değil. Sosyal yaşamımızdaki ahlaki yozlaşmanın yanı sıra Müslümanlar arasındaki çatışmalar, katliamlar ve birbirini öldürmeler de bunun göstergesidir.
Mesele büyük, yaramız derin, ama yazacaklarımız için yerimiz az. Uzun sözün kısası, dün nasıl ki Yezit’ler ve Hüseyin’ler var idiyse, bugün de vardır ve yarın da var olacaktır. Çünkü her ikisi de birer hayat tarzıdır; açık, yalın ve net. Dolayısıyla önemli olan, her birimizin bunlardan hangisini tercih ettiğidir.
Müslümanlar olarak en büyük çelişkimiz, inandığımız ve söylediğimiz gibi yaşamıyor olmamızdır. Örneğin, bugün sayıları iki milyara varan Müslümanlara, “Hüseyni misin, Yezidi mi?” diye sorarsanız, “ben Yezidiyim” diyen bir tane Müslüman bulamayız. Hepimiz sesimizin çıktığı kadar “Hüseyin” deriz! Fakat Sünnisinden Şiisine kadar çoğumuzun iradesine, idaresine, ticaretine ve günlük muamelatına hükmeden ve onlara rengini veren Hüseyin ve Hüseynilik değil, Yezit ve Yezidiliktir! Hüseyin’in ise dillerimizdeki ağıttan ve camilerimizdeki süsten öte bir ağırlığı yok gibidir! Zaten her yerdeki halimiz de bunun ispatı değil mi?
Sonuç olarak, kimimizin Hüseyin ve kimimizin Yezit olduğunu bilmeyenimiz yoktur! Hakeza hangi söz ve eylemimizin bizi Hz. Hüseyin’in yanına ve hangisinin bizi Yezit’in yanına koyduğunu bilmeyenimizin de olmadığı gibi…
Öyleyse gelin, bir de kendimize soralım, biz kimden ne istiyoruz, diye… Yezit’ten mi mal-makam istiyoruz, yoksa Allah’tan mı cennet?