Güvenli geleceğimiz Yunanistan ile savaşmakta mı? Yoksa Kürdistan ile normalleşmekte mi?
Hâlihazırda dünyanın en büyük askeri gücü olan ABD, her ne pahasına olursa olsun, dünyadaki enerji kaynakları üzerinde de mutlak söz sahibi olmak istiyor. ABD, kendisinin belirleyici olmadığı ticari, ekonomik ve askeri ittifakları etkisiz hale getirmek ve hedef ülkeleri şu veya bu şekilde kendisine boyun eğdirmek için işgal etmekten birbiriyle savaştırmaya ve onları istikrarsızlaştırmaya kadar her yola başvuracağını gizlemiyor.
Bunun ilk adımını, altyapısını oluşturduğu Rusya-Ukrayna Savaşıyla attı.
Daha düne kadar Avrupa’nın kendisine özgü bir savunma gücünün olması gerektiğini söyleyip bu doğrultuda çabalayan Avrupa Birliği ülkeleri, derhal Amerika’ya biatlerini arz ettiler. Bundan böyle Avrupa ülkeleri artık kendi iradeleriyle Rusya’dan veya başka bir ülkeden ihtiyaç duydukları gaz ve petrolü alamayacaklar. Bu ihtiyaçlarını Amerika’nın koyacağı şartlar çerçevesinde ancak karşılayabileceklerdir.
Şimdilik itibariyle Rusya’dan ve Rusya üzerinden bu ihtiyacı karşılayamayacaklarına göre, geriye Türkiye seçeneği kalıyor. Bu nedenledir ki, ABD, Orta Asya’dan, Ortadoğu’dan ve Akdeniz’den çıkan gaz ve petrolü Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaştırmak istiyor, ama sahiplerine hakkını vererek değil. Enerjinin sahiplerine bir hamal gözü ile bakıyorlar. Yani şimdiye kadar gazın ve petrolün sahiplerini nasıl gördülerse ve onlara nasıl muamele ettilerse, aynı şekilde sürdürmek istiyorlar. Kurdukları bu düzene zarar verme potansiyeli olan oluşumları veya ülkeleri bertaraf etmek de bunun içindedir. Bu enerji kaynaklarının geçiş güzergâhında olan Türkiye, her ne kadar kendilerinin müstemlekeleştirdikleri bir ülke olsa da onlar için her zaman en büyük potansiyel tehlike olma özelliğini de korumaktadır. Çünkü ABD ve müttefikleri, her ne kadar Türkiye üzerindeki kontrollerini gerçekleştirdikleri darbeler, işbirlikçi hükümetler, payanda medya ve benzeri yapılar üzerinden sağlıyor olsalar bile, 15 Temmuz’da da şahit oldukları gibi, milletin iradesini tamamen teslim alamadıklarını ve direncini tamamen kıramadıklarını gördüler.
Bir de kendi vatandaşlarıyla ve kendi dindaşlarıyla barışmış olan bir Türkiye’yi düşününüz. Böyle bir Türkiye’nin Ortadoğu’dan Kafkaslara ve Orta Asya’ya kadar bütüncül bir güç olacağını ve dolayısıyla böyle bir gücün önünde durulamayacağını en iyi ABD biliyor.
ABD ve müttefiklerinin güneyden PKK vd. yapıları silahlandırıp himaye etmeleri ve Batı’dan Yunanistan’ı Türkiye’ye karşı kışkırtmaları da bu gücü gerçekleştirme potansiyeli olan Türkiye’nin önünü kesmek içindir.
Bütün bunlar da gösteriyor ki, Türkiye’nin önünde iki yol vardır: Ya AB ülkeleri gibi Amerika’ya boyun eğecek ve pastadan kendisine bir pay düşsün veya düşmesin, ama her halükarda kendisine biçtikleri konuma razı olacak ya da bu modern köleliğe, bu yağmaya ve bu gaspa karşı direnme yolunu seçecek!
Türkiye’ye yakışanı, tabii ki, ikincisidir…
Dolayısıyla Türkiye’nin güvenli ve dahi güçlü geleceği, ne ABD’ye boyun eğmesinde ne Yunanistan ile savaşmasında ve ne müstemlekeci zihinlerin ihdas ettiği inkâr politikalarını sürdürmesindedir. Türkiye’nin güvenli ve güçlü geleceği, kadim dostları ve dahi dindaşları olan Kürtlerle normalleşmesindedir. Yüzlerce yıllık ortak geçmişte kazanılan Malazgirt ve Çanakkale gibi zaferler de bunun delillerindendir. Bu normalleşmeyi de insanın fıtratına düşman olan din ve ideolojilerle değil, ancak ve ancak adaletle gerçekleştirebilir.
Türkiye böylelikle hem uygulayageldiği inkâr politikaları nedeniyle alnındaki insanlık suçu lekesini silmiş olacak ve hem de yer altı ve yer üstü kaynaklarını bölge halklarıyla ve devletleriyle birlikte değerlendirip emperyalistlerin gaspından kurtarabileceklerdir.
Hal ve hakikat böyle iken, yani Kürtlerle normalleştiği oranda önünde etki alanını Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar genişletmek gibi bir imkân doğuyorken, Türkiye’nin hala inkâr politikalarında ısrar etmesi, size göre de müstemleke olduğunu bizzat kendi eliyle tescil ettiği anlamına gelmiyor mu?