İslam’ın İktidarından Müslümanların İktidarına-4
Yazının bu son bölümünde önce siz saygıdeğer okuyucuların Müslüman olanlarından şöyle bir istirhamda bulunuyorum: Geliniz, evvela hep birlikte adı, sanı ve konumu ne olursa olsun… İster Ehlibeyt ve Sahabe… İster halife, kral, padişah, cumhurbaşkanı ve ister şeyh, Allah’ın apaçık hükümlerini hiç kimse adına çarpıtmayacağımıza Allah’ı şahit tutalım. Ve geliniz, haddizatında Kur’an’ı anlamanın ve yaşamanın aracı olan Sünneti ve Ehlibeyti birilerinin işledikleri haramları helal göstermenin aracına dönüştürmeyeceğimize dair Allah’ı şahit tutalım.
Yazının ilk bölümlerinde de belirtmiştim; Kur’an’ı önceki ilahi kitaplar gibi tahrif etmek mümkün değil, ama çarpıtmak, Allah, Peygamber, Kur’an, Sünnet ve Ehlibeyt ile aldatmak mümkündür. Ki Kur’an da bu konuda müminleri uyarıyor. Nitekim Emevilerden günümüze kadar bunun çokça örnekleri de maalesef vardır.
Özellikle Hz. Ali’nin meşru yollarla halife seçilmesinden sonra Muaviye’nin biat etmek yerine isyan etmesiyle birlikte başlayan ihtilaflar ve savaşlar, Müslümanların hem inanç ve hem de siyasi hayatlarında derin etkiler bıraktı. Ehlisünnet ve Şia da bu ihtilafların eseridir.
Ehlisünnet, Peygamberin Veda Hutbesinde ümmetine Kur’an’ı ve Sünneti emanet olarak bıraktığını söylerken, Şia da Peygamberin Kur’an’ı ve Ehlibeyti bıraktığını söylemektedir. Sünnetin ve Ehlibeytin Kur’an’ı daha iyi anlamak ve uygulamak amacıyla esas alınması ve son sözün Kur’an’a bırakılması, Kur’an’ın ruhuna da uygundur. Ancak uygulama öyle olmamıştır. Her iki kesimin de bazı âlimleri Sünneti ve Ehlibeyti, Allah’ın hükümlerini bağlamından koparmanın, çarpıtmanın, kimi şahsi ve siyasi çıkarları elde etmenin ve Allah’ın hükümlerini tabi oldukları otoriteleri meşrulaştırmanın aracı olarak kullanmışlardır.
Tıpkı “kraldan daha kralcı” deyiminde olduğu gibi, bunlar da “Sünnetten daha sünnetçilik” ve “Ehlibeytten daha ehlibeytçilik” yapmışlardır. Örneğin, kimi Sünniler, haddizatında asi olan Muaviye’yi temize çıkarmak amacıyla onun hakemliği istismar, Müslümanlar arasında kan dökülmesine sebep olmak ve Yezid’i veliaht olarak seçtirmek gibi icraatlarını “içtihat farklılığı” şeklinde meşrulaştırma yoluna giderken, Şiiler de, Hz. Ali’nin kimi eleştirileriyle birlikte kendilerine biat ettiği ilk üç halifeyi gasıp olarak görebilmişlerdir.
Sünni olsun veya Şii olsun, Müslümanlardaki bu sapmaların temelinde şu iki özellik vardır: İhtiraslar ve Asabiyet! Asabiyetin açılımını biliyoruz; ailecilik, aşiretçilik, kavmiyetçilik ve milliyetçilik!
Hz. Muhammed(s.a.v) ve ilk dört halife zamanında da kimi şahıslar ihtiras asabiyete yeltendiler, ama anında müdahalelerle bu sapmalar kendilerine zemin bulamadı. Ama Emevilerle birlikte asabiyet ümmetin en büyük sorunu haline geldi. Ve ümmetin bugünkü en büyük sorunu da yine milliyetçiliktir. Milliyetçiliğin ne kadar zararlı ve bir o kadar da etkili olduğunu şundan anlıyoruz: Müslümanlar milliyetçiliği ayaklarının altına aldıkları zamanlarda yükselmişler ve başlarının üstüne koydukları zamanlarda da zillete düşmüşlerdir.
Hz. Ebubekir’den günümüze kadar Müslümanlar dünyanın birçok yerinde iktidar olmuşlardır. Kimi yöneticiler güçleri yettiğince adaleti yaşarken, kimileri de tercihlerini zulümden yapmışlar ve Allah’ın hükümlerini de kendi emellerine alet etmişlerdir. Aslında hem yönetenler ve hem de yönetilenler neyin İslami ve neyin de İslam dışı olduğunu biliyorlardı ve biliyorlar. Buna rağmen bazı haramlarda karar kılmaları ihtiyaridir ve dolayısıyla en azından o konularda İslam’dan sapmadır.
Kendilerini Müslüman olarak tanımlayan yöneticilere, “yok sen Müslüman değilsin” demek yerine, icraatlarını esas almamız daha doğru olur. Kalplerini Allah bilir. Bize düşen, onların icraatlarını Kur’an’ın hükümlerine göre değerlendirmektir.
Malumumuz, bugün kendilerini “İslam-Müslüman” olarak tanımlayan onlarca devlet vardır. Ve bazılarının nüfusu %99’u bulmaktadır. Fakat hiçbir ülkede bu çoğunlukların bir kıymeti harbiyesi yoktur. Türkiye de dâhil, birçok ülkede Müslümanların adı konulmuş bir statüleri bile yoktur. Yöneticiler, yanlarına aldıkları kimi din adamlarının da yardımıyla -ki Kur’an, bunları “bel’am” olarak tanımlar- tağuti düzenlerini meşrulaştırma çabası içindedirler. Tarihte olduğu gibi bugün de yöneticiler Kur’an’a aykırı olan icraatlarını bir yandan İslam’ı alet ederek ve diğer yandan da milliyetçilik, devletçilik, vatanperestlik ve bayrakperestlik gibi değerler üzerinden meşrulaştırma yoluna gitmektedirler.
Hz. Ali’nin de dediği gibi, bir devletin dini adalettir. Adaleti olmayan devletin dini de yoktur veya bir devlet, adil olduğu ölçüde dinidir. Bu adaleti de şöyle ölçebiliriz: Bir devlet vatandaşlarının can, mal, akıl, nesep ve inanç güvenliğini sağladığı ölçüde adildir, meşrudur.
Öyleyse kendilerini Müslüman olarak tanımlayan ama zulmeden yöneticilere karşı tavrımız nasıl olmalıdır? İşte ölçümüz: Peygamberimiz buyurdu ki: “Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et.” Bunun üzerine birisi, “Ey Allah’ın Resûlü! Eğer mazlum ise yardım ederim, ancak zalimse ona nasıl yardım edeceğim?” dedi. Resûlullah buyurdu ki, “Onu zulümden uzaklaştırırsın veya onun zulmüne engel olursun. İşte bu ona yapacağın yardımdır.”
Hülasa anlamamız gereken, İmam Azam’lar gibi haktan yana olmak da elimizdedir, bel’am olmak da…