• DOLAR 34.447
  • EURO 36.303
  • ALTIN 2837.002
  • ...

Günümüzdeki ülkeleri kabaca sömürenler ve sömürülenler diye ikiye ayırabiliriz.

Sömürülen ülkeler aynı zamanda tam veya yarı müstemlekedirler. Bazı ülkeler sömürülmeyi kanıksamışken, bazıları da o zilletten kurtulmanın çabası içinde olurlar. İnsanlık için ideal olanı, ne sömürülmek ve ne de sömürmektir, ama bugün öyle bir devlet yoktur. Sömürenlerle sömürülenleri birbirinden ayıran şey üretimdir. Rejimlerinin cumhuriyet, krallık, hilafet veya başka bir şey olması aralarındaki bu farkı gidermeye yetmez.

Sömürü demişken, biraz daha açalım. Her zaman dışarıdan yapılan bir müdahale değildir. Bir de devletlerin kendi içlerine, kendi vatandaşlarına yönelik de sömürüleri olur. Ki bunlar en çok milliyet, renk, din, dil ve mezhep gibi değerler üzerinden ötekileştirerek yapılır. Böyle ülkelerin rejimleri ne olursa olsunlar, sömürgedirler ve müstemlekedirler. Yukarıda dediğimiz gibi, sömürülenlerle sömürenleri birbirinden ayıran özellik, rejimlerinden çok üretimleridir. Örneğin, İngiltere de krallıktır, Suudi Arabistan da. Veya Fransa da laik bir cumhuriyettir Türkiye de. Ama biri üreten ve aynı zamanda sömüren iken, diğeri üretmeyen ve üreteni de yaşatmayandır.

Müstemleke veya yarı müstemleke ülkelerin rejimleri varlıklarını üretime değil, toplumlarını fıtri değerleri üzerinden ayrıştırmaya ve birbiriyle çatıştırmaya borçludurlar. Bir de bu rejimlerin bekçileri ve kendilerini ülkenin doğal sahipleri olarak görenleri vardır. Bunlar üretmezler ve üretenden de hazzetmezler. Üretimde hadlerini aşanlar olursa, icabına bakarlar. Güç yetiremediklerini ise, sömüren ülkelerle işbirliği yaparak etkisiz hale getirirler. Bu yapılar bazen o ülkelerin ordusudur, bazen CHP ve TÜSİAD gibi siyasi ve ekonomik yapılarıdır ve bazen de hepsidir.

Üretmezler, ürettirmezler derken, bunu hiçbir şey üretmedikleri anlamında kullanmıyorum. Elbette sömürülen ülkeler de ufak tefek üretirler ve hatta bazı alanlarda sömürenlerden de destek alırlar. Ama bu üretim her zaman o ülkeleri ihya etmenin ve kendine yeter olmanın gerisinde tutulur. Sömürülen ülkelerde hükümet veya özel girişimciler üretimin sınırlarını zorladıklarında hem içeriden ve hem de dışarıdan gelen engellere maruz kalırlar. Müstemleke ülkelerin siyasetleri, ekonomileri, askeriyeleri, diyanetleri, eğitimleri, akademileri ve sanatları da büyük ölçüde güdüktür ve sömürenlerle işbirliği içinde olur. Gerek gördüklerinde harekete geçirirler.

Örneğin, adı, sanı, dini ve milliyeti ne olursa olsun bir hükümet en az kendi kendine yetecek kadar üretmiyorsa, hakeza bir muhalefet aynı duyarlılıkla üretmeye teşvik etmiyorsa, milli değil, olsa olsa sömürenlerin o ülkedeki uzantısıdır. Bu sade ölçüyü bütün ülkelere uygulayabiliriz. Böylece hangi yöneticinin kendi ülkesini her açıdan bağımsız ve kendine yeter yapmaya çalıştığını ve hangi yöneticinin icraatlarının sömürenlerin çıkarlarına hizmet ettiğini görebiliriz.

Uzağa gitmeye gerek yok, Türkiye’mizden örnek verelim. İlk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’den Başkan Sayın Erdoğan’a kadar Türkiye’nin yöneticilerini icraatlarına ve üretime katkılarına göre değerlendirdiğimizde, kimlerin ürettiklerini ve kimlerin de hem üretmediklerini ve hem de üretenlerden hazzetmediklerini görürüz.

Türkiye’deki siyasi partilerin ezici çoğunluğu müstemleke ruhludur. Bunların başında da CHP gelir. CHP, üretmemesiyle ve üretenleri yok etmesiyle maruftur. Nuri Demirağ ve Nuri Kıllıgil, üretmelerinin bedeli kendilerine çok pahalı ödetilenlerden sadece ikisidir. Demirağ, uçak fabrikasını kapatmaya ve ürettiği uçakları hurdacıya satmaya mahkûm edilirken, Killigil, silah fabrikasıyla birlikte havaya uçurulur.

Devrim otomobili de uçaklarla aynı kaderi paylaşır.

Menderes ve Özal’ın üretim ve kalkınmadaki ısrarları hayatlarına mal olurken, Erbakan’ın da iktidarına mal olmuştur. Ve hepsinin de faili ve suç ortağı CHP’dir. Çünkü ülkenin rejimi de hala onun eseridir.

Şimdi sırada üreten Erdoğan vardır. Fakat Erdoğan beklemedikleri kadar çetin çıktı. Bugüne kadar ne tehditlerle yıldırabildiler Erdoğan’ı ve ne de darbelerle. Çünkü her defasında halk ölümüne onun yanında saf tutuyor. Hatta şimdiki Ak Parti‘nin 10 yıl önceki Ak Parti olmadığını ve kendisini inkâr edercesine adaletten uzaklaştığını gördüğü halde, üreten Erdoğan’a yapılan saldırıları Türkiye’ye yapılmış gibi görüp savunuyor.

Üreten bir Türkiye’ye yönelen saldırılar şiddetlenerek sürüyor olması, direniş hattının bu saldırıları boşa çıkaracak donanımda olmasını zorunlu kılıyor. Fakat bu gözle direniş hattına baktığımızda, en zayıf mevzilerden birinin Ak Parti olduğunu görüyoruz. Çünkü Ak Parti bir metal yorgunluğundan öte, toplumun tahammül sınırlarını aşan ahlaki bir yozlaşma ve adaletsizlik içinde adeta yüzmektedir. Bu nedenledir ki, toplum Erdoğan’dan, vicdanları rahatlatacak bir sonuç alıncaya kadar bu adaletsizliklerin üzerine ivedilikle gitmesini beklemektedir. Bu durumun bilincinde olan Erdoğan’ın da toplumun bu haklı beklentisini boşa çıkarmayacağını umuyoruz.

Zaten düşmanların kesintisiz saldırılarına karşı kesintisiz cevabımız da zaaflarımıza, ihmallerimize ve dahi ihtiraslarımıza yenik düşmeden her yerde ve her daim hakkı yüce tutmak ve adaleti hakim kılmak değil mi!