• DOLAR 34.598
  • EURO 36.565
  • ALTIN 2929.477
  • ...

Niyetimiz yakın tarihimizin Şubat aylarında meydana gelen ve bir kısmını da yaşadığımız birkaç olayı hatırlamak ve hatırlatmaktı. Ama Başkan Sayın Erdoğan’ın Dünya Anadil Günü nedeniyle yayınladığı mesaj bunun önüne geçti.

Farz, Arapça bir kelime olup, uyulması gereken ve herhangi bir mazeret olmaksızın terk edilmesi halinde yaptırımı, cezası olan kanun, kural demektir. Kanunlar ister ilahi olsun, ister beşeri, uymayanlara yaptırımları vardır. Bu açıdan baktığımızda, bizim gerek bireysel ve gerekse toplumsal ve kamusal alanda koyduğumuz veya muhatap olduğumuz kanunlar birer farzdır. İnançtan inanca, topluluktan topluluğa ve insandan insana değişen farzlar olduğu gibi, bütün insanlar için geçerli olan farzlar da vardır. Örneğin, insanın can, mal, akıl, nesil ve inanç gibi temel haklarını korumak adına konulan kanunlar da bu türdendir.

Erdoğan’ın geçenlerde söylediği “dilini kaybeden bir millet hafızasını kaybeder, benliğini kaybeder, hatta ve hatta inancını kaybeder” sözü de bütün insanlığı kuşatıcı olduğu içindir ki, uygulanmasını da farz derecesinde görüyoruz. Bununla da kalmıyor ve bir adım daha atıp diyoruz ki, devlet olsun veya birey olsun, her kim bu sözün gereğini yapmıyorsa, insanlığa karşı bir suç işlemektedir.

Diğer siyasilerin de dil hakkında söyledikleri kayda değerdir. Örneğin, "milliyetperver olmak lisanperver olmaktır" sözü Sayın Devlet Bahçeli’ye ve “dil bir milletin şerefidir. Ancak şerefini koruyan milletler dünyada ciddiye alınır. Dil olmazsa kültür olmaz. Kültür olmazsa kimlik, kimlik olmazsa haysiyet ve şeref olmaz” sözü de Sayın Meral Akşener’e aittir.

Şüphesiz, bugüne kadar dilbilimciler başta olmak üzere dilin anlamını ve önemini böyle veciz bir şekilde ortaya koyanlar çoktur. Ama hepsinin toplamı olsa olsa Allah’ın şu ayetinin bir tefsiridir: “O’nun ayetlerinden- delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır.”

Dil de tıpkı milliyet ve renk gibi insanın doğuştan sahip kılındığı özelliklerdendir. Bunların hepsinin birer tercih değil, birer kader olduğunu akılda tutmamız gerekir. Ama ne yazık ki, insanların birbirilerine reva gördükleri envaiçeşit vahşetlerin ve zulümlerin bir nedeni de bu özellikleridir. Oysa bunların seçiminde insanın zerre kadar bir dahli yoktur. Tıpkı kendi anne ve babasının seçiminde ve doğduğu an ile yer hakkında bir dahlinin olmaması gibi. İster inanalım ve ister inanmayalım, bütün bunlar mutlak Yaratıcının takdiridir.

Yani Yaratıcı biz insanları bir erkek ve dişiden yaratmış ve birbirimizi tanımamız, bilişmemiz için de bizi halklara kabilelere ayırmıştır. Dolayısıyla ne bir dilin diğerinden bir üstünlüğü vardır ve ne de bir kavmin diğerinden üstünlüğü…

Bir kavim diğer kavimlerden daha fazla ve daha güçlü olabileceği gibi bir dil de pekâlâ diğer dillerden daha fazla insan tarafından konuşuluyor olabilir ve diğer dillerden daha zengin olabilir. Ama bu durum ne o kavimlere ve ne de o dillere bir ayrıcalık veya kutsallık kazandırmaz. Dolayısıyla bir kavim diğerinden üstün olmadığı gibi bir dil de diğerinden kutsal veya değersiz değildir.

Öyleyse biz insanlara düşen görev, diğer kavimler tarafından nasıl muamele görmek istiyorsak, onlara da o şekilde muamele etmektir. Örneğin, Bulgaristan’ın Türk vatandaşlarına karşı işlediği insanlık suçunu ve ırkçı muameleleri lanetlerken Türkiye’nin Kürt vatandaşlarına karşı işleyegeldiği insanlık suçu olan inkâr, imha ve asimilasyon politikalarını desteklemek de ırkçılıktır ve suç ortaklığıdır.

İşte liderlerin anadil hakkında söylediklerini bu nedenle önemsiyor ve kendilerinden bu sözlerinin gereğini yapmalarını istiyoruz.

Her ne kadar Erdoğan bundan birkaç yıl önce bu insanlık suçuna bir neşter attıysa dahi, ortadan kaldırmaya muvaffak olamadı. Ve gördüğümüz gibi, Türkiye’ye olan tahakkümlerini bu ve benzeri zulümlere borçlu olan iç ve dış güçler Erdoğan’ın bu girişimini akamete uğratmayı başardılar.

Irkçılığı, diğer bir ifade ile insanlık suçunu hafife almamalıyız. Şöyle bir tarihe baktığımızda, bir zamanlar Avrupalılar, namı diğer Beyazlar Afrika’yı, Asya’yı, Avustralya’yı, Kuzey ve Güney Amerika’yı işgal edip yerli halklara karşı insanlık suçları işlerken, Türklerin renkleri, dilleri ve dinleri birbirinden farklı onlarca milleti sahip oldukları bu özellikleriyle birlikte bir arada ve barış içinde yaşattıklarını görürüz.

Bugün ise Avrupalılar yine kendilerinin dışında kalan dünyada dünküne benzer insanlık suçlarını değişik formatlarda işlemeyi sürdürürken, Müslüman halklardan da çoğunun Avrupalıların tuzağına düştüklerini görüyoruz. Türkiye’nin kuruluşundan hemen sonra izlediği inkâr, imha ve asimilasyon politikaları bağlamında Kürtlere reva gördüğü muamele de ırkçılıktır ve dolayısıyla bir insanlık suçudur. Bu insanlık suçunu devam ettirmenin bir mazereti olmadığı gibi ona göz yummanın da bir mazereti yoktur. Aksine bu zulmün devamı için ileri sürülen her mazeret de suç ortaklığıdır.

İkrar etsek de etmesek de hepimiz insanlık suçu işleyen bir devletin vatandaşlarıyız. Bunun da bizlere maliyeti yüzbinlerce candır. Bu insanlık suçu ile hala yaşıyor olmamız başta devlet ve yöneticilerimiz olmak üzere hepimiz için bir utançtır. Bu utancımızla yüzleşmekten kaçmak da utançların utancıdır ve tek kelime ile bir zillettir!

Bunun içindir ki, yeniden ve yeniden haykırıyoruz: Artık her gün bizden yeni canlar alan bu canavarla yüzleşelim, hesaplaşalım ve defterini dürelim!

Millet derseniz, dünden buna razıdır. Çünkü inandıkları din onlara kardeşliği emrettiği gibi, üstünlüğün de milliyetlerinde veya dillerinde değil, takvada olduğunu söylüyor. Geriye kalıyor siyasiler. Siyasilerin de hangisi Kürt kelimesini kullanırsa, yanına “kardeşlerim” demeyi de ihmal etmiyorlar. Kürtlerin de bu kardeşlerinden istedikleri ve bekledikleri biricik şey, sözlerinin gereğini yapmaları, yani devletin inkâr politikalarına son vermeleridir.

Şunu da söylemeliyiz ki, Yunanistan ve Bulgaristan’ın kendi Türklerine tanıdığı haklar kadarını dahi kendi Kürtlerine tanımayanların kardeşlikleri de yalandır, insanlıkları da ve dahi Müslümanlıkları da!

Sözümüzü kendilerini Müslüman olarak tanımlayanlarımıza bir soru ile sonlandıralım: Allah’ın bir ayetini yasaklamak veya kısıtlamak mı bir devletin dirliğine ve birliğine katkı sağlar yoksa onu yaşatmak mı? İnsanların kendi dillerini yaşamalarına ve yaşatmalarına engel olanlar, Allah’ın ayetleriyle savaştığınızı bilmiyor musunuz?