Avrupa Müslümanlarının hali ve geleceği üzerine
Müslümanlar Avrupalı mı, değil mi? Müslümanlar Avrupa’ya ait mi, değil mi? Bir yere ait olmanın veya bir yerden olmanın şartları nelerdir?
İslam’ın bu ve benzer sorulara cevabı oldukça açıktır: Yeryüzü, bir imtihan için yaratılan ve belli bir süre yaşatılan bütün insanların ortak vatanıdır. İslam, insanlardan hayatlarını biricik yaratıcı olan Allah’ın rızasına uygun geçirmelerini salık verdiği gibi diğer din ve ideolojilerin de benzer talepleri ve hedefleri vardır. İnsanların kurdukları devletler ve medeniyetler de bunun içindir. Nedeni ne olursa olsun, insanlar arasındaki itiş kakışlar, kavgalar ve savaşlar hep var olagelmiştir. Ve bu kıyamete kadar da devam edecektir. Bunun da tabii ki her insan ve her inanç için bir anlamı vardır. Bu hareketlilik bir değişime de yol açıyor. Ki bu değişimin aynı zamanda öğütücü ve yok edici bir özelliği de var. Örneğin, bugünden başlayarak geriye, tarihe doğru bir yolculuk yaptığımızda, Anadolu’da Kürtlerden ve Türklerden önce Ermenilerin ve Rumların yaşadıklarını görürüz. Benzer şeyler diğer coğrafyalar ve kıtalar için de geçerlidir. Avrupalılar istedikleri kadar “İslam ve Müslümanlar Avrupa’ya ait değildir” desinler, bir Endülüs gerçeğini inkâr edemezler. Bu örneklerden hareketle dememiz odur ki, hiçbir kavim, hiçbir devlet ve hiçbir güç ebedi değildir. Bazılarının dillerinden düşürmedikleri “ebet müddet devlet” gibi söylemler de sadece ve sadece bir temenniden öte değildir.
Bu genel girişten sonra gelelim konumuza. Avrupa’daki Müslümanların haline ve geleceğine. Aslında nerede yaşarsak yaşayalım, halimiz üç aşağı beş yukarı birbirine benzemektedir ve bu da hiç iyi bir hal değildir. Avrupa için söyleyecek olursak, görünen o ki, Müslümanlara yönelik çok yönlü baskılar devam edeceğe benziyor. Ancak Avrupa’daki Müslümanların hali ile hemhal olurken, kendi halimizi unutmamız bize yarardan çok zarar getirir. Çünkü bizim halimiz de onlarınkinden iyi değildir. Dolayısıyla biz Avrupa dışındaki Müslümanların bilmemiz ve ona göre hesabımızı yapmamız gereken diğer bir gerçeğimiz, bize tahakküm eden rejimlerin de Avrupa’daki rejimlerden daha iyi olmadıklarıdır.
Örnek olarak camileri alalım: Avrupa’nın her ülkesinde camilerin bazen teröristler tarafından saldırılara uğradıkları ve bazen de güvenlik güçleri tarafından basıldıkları bir vakıadır. Fakat şu da bir gerçektir ki, İslam’ı tebliğ etmek, İslam’ı olduğu gibi anlatmak bakımından Türkiye’deki imamlar Avrupa’daki imamlardan daha özgür değillerdir. Türkiye’deki Müslümanların maalesef hala görmezden geldikleri diğer bir gerçek de, Türkiye’de İslam’ın resmen tanınan dinler arasında yer almadığıdır. Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası Türkiye’deki Yahudileri ve Hristiyanları azınlık olarak bile olsa resmen tanıyor. Dolayısıyla Yahudiliği ve Hristiyanlığı da resmen tanıyor. Fakat aynı anayasa resmi rakamlara göre Türkiye nüfusunun %99’unu oluşturan Müslümanları resmiyette tanımıyor. Bunun en bariz örneği ise, 1924 Anayasasında yer alan “devletin dini din-i İslam’dır” hükmünün 1928 yılında anayasadan çıkarılmasıdır. İslam’ı ve dolayısıyla Müslümanları resmen tanımayan devletin buna rağmen Diyanet İşleri Başkanlığını kurmuş olması haddizatında “iç düşman-mürteci” olarak tanımladığı Müslümanları kontrol altında tutmak içindir. Dolayısıyla bu kurumun anlattığı İslam, devletin koyduğu sınırların ötesine geçemez. Bu nedenledir ki, biz Müslümanlar camilerin içinde bile İslam’ı olduğu gibi anlatmak özgürlüğüne sahip değiliz. Hatta dualarımızı bile özgürce yapamayız, yapamıyoruz.
Elbette ki Avrupa’daki veya dünyanın diğer yerlerindeki Müslümanlara ve Mustazaflara (ezilenlere) bigâne kalmamalıyız! Ama söylem ve eylemlerimizde etkili olmak ve bir sonuç almak istiyorsak, küfrün tek millet olduğu gerçeğini de unutmamalıyız.
Fakat şu da acı bir gerçektir ki, bu halimizde ısrar ettiğimiz sürece ister Avrupa’da, ister Türkiye’de ve ister dünyanın diğer yerlerinde maruz kaldığımız zulümlere karşı galebe çalmamız mümkün değildir. Çünkü her yerdeki halimiz birbirinden beterdir dersek, yeridir. Lakin çaresiz değiliz. Yeter ki, iman edelim ve imanımızı sadece ve sadece Allah’a özgü kılalım. Ve yeter ki, Mücadele Süresinin son ayetindeki gibi, müminler olarak birbirimize merhamet edelim ve küfürde olanlar ister ırkdaşımız, ister kardeşimiz ve ister akrabalarımız olsun onları sevmeyelim.
Peki, üzülmemize ve gevşememize gerek var mı? Eğer iman ediyorsak, hayır! Çünkü inanıyorsak, güçlüyüz! Öyleyse imanımızı yoklamalı ve onun gereğini yaşamalıyız. Ki bizi öldürmeye gelenler bile bizde hayat bulsunlar.