• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...

Adetlerin, örflerin, davranışların ve hayat tarzlarının hepsi inançlarımızın biz insanların hayatındaki yansımalarıdır. Dua ve dilek de bunların başında gelir. Cami, kilise, havra ve diğer mabetler, mezarlar, anıtkabirler ve tapınaklar insanların kendi ilahlarına ibadet ettikleri, şikâyette bulundukları ve dileklerini arz ettikleri mekânlardandır. Biz Müslümanların biricik dua ve dilek mercii Allah’tır. Ama bu fiilleri gerçekleştirdiğimiz yerler sadece camilerimiz değil, bütün bir yeryüzüdür.

Kurban bayramı vesilesiyle ibadet, dua ve dileklerimizin de yine zirvede olduğu günleri yaşıyoruz. Allah’a yakın olmaya, Allah ile olmaya çalışıyoruz. Bunun için de içimizden geçen ne varsa, gizli ve açık olarak Allah’tan diliyoruz. Diliyoruz dilemesine, ama bu dileklerimizin Allah katında kabulü için ayrıca yapmamız gereken bir şeyin olup olmadığı, varsa ne olduğu ve kısaca dua ve dileklerimizin kabulü için kendi payımıza düşen yükümlülüklerimizi ne ölçüde yerine getirdiğimizi de gözden geçirmeli değil miyiz? Asıl çözmemiz gereken düğüm de burada gizlidir.

Sözün burasında merhum Sabri Orman’ın “dilemek” kavramına yüklediği anlamı ve o kavrama getirdiği tanımı aktarmadan geçemeyeceğim. Bundan yaklaşık olarak üç yıl önce idi. Kendisinden kızıma referans olmasını istirham etmiştim. O da telefonda bana, “referans olacağım kişileri bilmeden, görmeden ve tanımadan referans olmayacağını” ifade etmiş ve “kızımızla birlikte geliniz. Seninle de epeydir görüşemedik. Bu vesile ile görüşmüş de oluruz” demişti. Referans konusunu nasıl gördüğünü de o telefon görüşmesinde şu sözlerle izah etmişti: “Bir kişiye referans olmak, onun iyi, dürüst ve işinin ehli olduğuna kani olmak ve buna şehadet etmek demektir. Dolayısıyla ben de referans olacağım kişiyi evvela görmeliyim. Görmem de yetmez, bende olumlu bir kanaat oluşmalıdır. Aksi halde referans olmuyorum.” Ne güzel bir ölçü!

Sohbet esnasında bazı tecrübelerinden söz etti ve bazı nasihatlerde bulundu. Ama şu sözleri sadece kulağıma küpe olmadı, demek içime de nüfuz etmiş ki, aklımdan çıkmıyor:

Kızım, Allah büyüktür ve her şeyin sahibidir. Allah’tan bir şey isterken, bir şey dilerken sakın mütevazı olma ve en fazlasını iste ve dile. Ama bu isteklerine ve dileklerine uygun olarak çalışmak ve çaba içinde olmak gerektiğini de unutma! İlimde ne kadar çalışırsan, o kadar öğrenirsin. Allah ile aranı iyi tut. O’ndan hep en fazlasını dile. Ve tabii ki, çalış...”

Evet, dua etmek, dilemek ve çalışmak.

Biricik dilek merciimiz şüphesiz ki, Allah’tır. Bu nedenledir ki, bütün dua ve dileklerimizi de O’na yapıyoruz. Allah’tan sıhhat, afiyet, esenlik, uzun ömür ve bereket diliyoruz, ama yetmiyor ve yetinmiyoruz. İş, aş ve zenginlik istiyoruz, ama yetmiyor ve yetinmiyoruz. Çocuklar ve eşler istiyoruz, ama yetmiyor ve yetinmiyoruz. İlahlık taslayanları ve yeryüzünü ifsat eden, kana bulayan ve vahşette sınır tanımayan zalimleri kahretmesini diliyoruz, ama yetmiyor ve yetinmiyoruz. Diliyoruz ve diliyoruz! Ama bu dileklerimizin ön kabulü olan yükümlülüklerimizi hakkıyla ve layıkıyla yerine getirmediğimiz içindir ki, bu haldeyiz. Ve bu halin de iyi bir hal olduğunu söyleyemiyoruz. Çünkü bu halimizde illetler ve dolayısıyla zillet daha ağır basmaktadır. Oysa Allah’ın müminlere layık gördüğü özellik izzettir.

Bu durumda bizler “beterin de beteri var” deyip hayatımızı bu hal üzere devam mı ettirmeliyiz yoksa izzet içinde bir hayatı yaşamanın çabası içinde mi olmalıyız? Bu arada nefsimizle baş başa verip merhametimizi ve şiddetimizi kimlere karşı kullandığımızı da gözden geçirmeye ne dersiniz?

Her söz ve fiilimizin bizi Allah’a daha bir yaklaştırması duası ve dileğiyle bayramınız kutlu olsun.