Türkiye Kıbrıs, Suriye ve Libya’da olmalı, ama nasıl?
İnsan, yaşadığı süre boyunca elde etmek ve hükmetmek isteyen bir varlıktır. Elindeki ile yetinmez ve her zaman daha fazlasına sahip olmak çabası içinde olur. İster birey olsun, ister aile, grup, millet ve ister devlet olsun, insanın bu yöndeki isteği değişmez.
Sahip olmayı ve hükmetmeyi devletler bazında düşündüğümüzde de durum aynıdır, her devletin hedefi, eline geçirdiği ilk fırsatta başka ülkeleri de kendi hâkimiyetine almaktır. Devletlerin geneli ağırlıklı olarak tek milletten oluşurlar. Ancak genişledikçe bu homojenliğin yerini milliyet, renk, lisan ve din gibi özellikler bakımından çok çeşitliliğe ve dolayısıyla zenginliğe bırakır. Bazı devletlerin kurucu unsurları birden fazla kavim olsa da, devletlerin genelinin kurucu unsuru tek kavim, yani günümüzün diliyle tek millet olur. Fakat her halükarda bunlardan biri daha fazla öne çıkar. Devlet olan millet bu gücünü kötüye kullanmadığı sürece sorun yoktur. Diğer bir ifade ile bir millet devletin gücünü adalete aykırı bir şekilde kullandığı oranda sorunlar yaşar. Nitekim günümüz ulus devletlerinin yaşadıkları en büyük sorunlarından biri de budur. Biz de ulus devlet olarak bu insanlık dışı sorunu iliklerimize kadar yaşamaktayız. Ki bu cümleyi aşağıda biraz daha açacağız. İster ulus devlet olsun veya ister çok uluslu devlet ve bir de hangi dine veya dünya görüşüne sahip olursa olsun, her devletin özünde ve hedefinde büyümek, genişlemek ve daha fazlasına hükmetmek vardır. Çünkü bunu kendi menfaatleri, kendi dini veya dini görüşü adına bir yükümlülük olarak görür. Bu “menfaat” kavramına da bir açıklık getirmemiz gerekir. Bizim için asıl olan menfaatin meşru olanıdır. Kim ve ne adına olursa olsun, hakkaniyet ve adalet ile örtüşmeyen menfaatleri gayrimeşru olarak görüyor ve reddediyoruz. Devletlerin kendilerinin veya başkalarının çıkarlarını hak ve adalet ekseninde savunmak ve korumak yönündeki çabalarını da olması gereken olarak görüyoruz. Bunun da sınırını devletler arasındaki coğrafi-siyasi sınırlar değil, güç belirler. Çıkar gözetmekten, genişlemekten ve hükmetmekten kastımız, daha doğrusu sahiplendiğimiz menfaat anlayışı, tasvip ettiğimiz genişleme ve hükmetme tarzı da meşru ve adalet çerçevesinde olanıdır.
Gelelim Türkiye’nin Kıbrıs’ta, Suriye’de, Libya’da askeri veya başka bir şekilde olup olmaması gerektiği konusuna. Buraların yüzlerce yıl atalarımızın hâkimiyetinde olduğunu biliyoruz. Mesela ben, o atalarımıza soracağım ilk soru, “sizin oralarda, başkalarının toprağında ne işiniz vardı?” şeklinde olmaz. “Sizin oraları almanızla birlikte oralarda adalet mi arttı, zulüm mü? Siz oralarda adaletle mi hükmettiniz, zulümle mi?”
Türkiye’nin bu andığımız yerlerdeki varlığını da bu çerçevede değerlendiriyorum. Hele hele “Yunanistan mı Kıbrıs’ta olmalı, Türkiye mi?”, “İsrail, ABD ve Rusya mı Suriye’de olmalı, Türkiye mi?” ve “Fransa, Rusya, İngiltere, ABD ve Rusya gibi güçler mi Libya’da olmalı, yoksa Türkiye mi?” gibi sorulara cevabım, kesinlikle Türkiye’den yanadır. Hemen belirteyim ki, benim Türkiye’yi tereddütsüz tercihim, Türkiye’nin yanlış olduğuna inandığım politikalarını ve yanlış yaptığını düşündüğüm icraatlarını kabul ettiğim anlamında değildir ve bu şekilde çarpıtılmamalıdır. Türkiye’nin oralarda olması her halükarda diğer devletlerin olmasından çok daha iyidir ve bunu kıyaslamak bile bence yanlıştır.
Bununla birlikte bizim bu bağlamda üzerinde durmamız gereken nokta şu olmalıdır bence; Türkiye hangi değerleri temsilen oradadır?
Örneğin, ister şaman oldukları zamanlarda ve ister Müslüman oldukları dönemde olsun, yüz yıl öncesine kadar Türklerin tarihinde milliyetçilik yoktur. Milliyetçiliğin Türklerin hayatına girmesi, bazı Türkler için belirleyici ve hatta bir din olması son yüz yıllık bir hadisedir. Milliyetçiliğin bir iktidar aracına dönüştürülmesi ve akabinde devletin ilkelerinden biri olarak anayasaya sokulması Türk’ün sadece toplumsal ve siyasal hayatında değil, aynı zamanda inanç dünyasında da yeni bir dönüm noktası olmuştur. Türklerin Anadolu’ya geldikten sonra Kürtlerle başladıkları İslam eksenli kader yolculukları ve kardeşlikleri milliyetçilikle büyük bir darbe aldı. On binlerce insanımızın yaşamına mal olan milliyetçilik bugün de hala belirleyici olduğu içindir ki, bundan kaynaklı sorunumuz da kan alarak devam ediyor. Bu da doğal olarak zulme uğrayan insanların bir kısmını hak aramak adına meşru olmayan yol ve yöntemlere zorluyor. Devlet kendi vatandaşları ile olan muamelelerinde adaleti esas almadığı sürece zaten her biri bu adaletsizliğin bir eseri olan PKK ve benzeri yapılar da olmaya devam edecektir. Bunların varlığını eylem bazında yurtiçinde bitirebilirsiniz, ama Suriye’de veya Irak’ta yahut başka bir yerde karşınıza çıkacaklarını veya çıkarılacaklarını bilmelisiniz.
Türkiye’nin çıkarları oralarda olmayı zorunlu kılıyor. Nitekim yöneticiler de Türkiye’nin güvenliğinin Türkiye’nin sınırlarıyla sınırlı olmadığının bilincindedirler. Türkiye kendi bekası için girdiği bu uzun soluklu mücadeleden-savaştan zaferle çıkmak istiyorsa eğer, kendisinden çok daha güçlü olanların her türlü vahşete boğdukları ve onlarca yıldır sömürdükleri bu topraklarda sadece askeri yöntemlerle tutunamayacağını, tutunsa bile verimli olamayacağını bilmelidir. Bunun için de bir yandan, “Libya’da, Suriye’de veya şurada burada ne işimiz var?” diyen müstemleke zihniyete karşı mücadele etmesi ve diğer yandan anayasadan başlayarak hayatın her alanında adaleti ve adaletin dilini hâkim kılmaya çalışması ve bunda samimi olduğunu ispatlaması gerekir. Türk’ün onurunu Türkçülükle zedeleyenler ve Türkçülük üzerinden hamaset yapanlar başta olmak üzere herkes bilmeli ki, Türk’ü tarih sahnesine yeniden taşıyacak güç ne Kemalizm’dir ve ne de laiklik! İslam’ı bu köhne değerlerin aleti yapmak ve bunların yedeğine almak ise hiç değildir! Oralara götüreceği değerler de bunlar değil, sadece ve sadece adalettir!