• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...

Her Müslümanı halden hale sokması beklenen ve sokması gereken bir sorudur bu. Her birimizin başta kendimiz olmak üzere Müslüman kardeşlerimizi bu sorunun muhatabı yapmakta bir sakınca yoktur. Aksine belki de her birimizin her gün kendimize sormamız gereken sorulardan biri de budur: “Ben dualarımı Allah’a yaptığım gibi kulluğumu da şirke bulaştırmadan Allah’a yapıyor muyum?” diye.

Günümüz dünyasında taşıdıkları kimliklerinde Müslüman-İslam yazılı olanların sayısı iki milyarı buluyordur. Bu bağlamda adı “Müslüman ülke” veya “İslam ülkesi” olarak anılan onlarca devlet vardır. Bunlardan birkaç tanesi kendisini “İslam Devleti”, yani anayasasını İslam’ın hükümleri doğrultusunda yapan ülke olarak tanıtır. Ki onların bile pratikte İslam’dan ne kadar uzak oldukları ortadadır. Mesela İslam’ın ön gördüğü, emrettiği adalet bu ülkelerin hiç birinde yoktur. Bu ülkelerin rejimleri ve hükümetleri İslam’ı bir hayat tarzı olarak değil, Müslümanlara tahakkümün bir aracı olarak görürler. Buna rağmen dünyanın neresinde olursa olsunlar, Müslümanların kayda değer bir kısmı hem bu rejimlerin koydukları İslam dışı yasaları hiçbir ıstırap duymadan uygularlar ve hem de o rejimlerin bekası için dua ederler.

Çalıştığımız kurumun kurallarını ve içinde yaşadığımız devletin yasalarını biz koymamış veya koyamamış olabiliriz. Zaten Müslüman toplumların neredeyse hepsi ya Atasının-atalarının veya bir zümrenin yahut bir diktatörün koydukları yasalarla idare edilmektedirler. Ve bu yasalar da inancımızın hilafına olmasına rağmen bize dayatılmaktadır. Yukarıda da dediğimiz gibi, bu kanunları değiştirmeye gücümüz yetmeyebilir, ama en azından inancımızla çelişen noktalarda gücümüzün yettiğince ayak diretmeli; elimizle veya dilimizle ve bunlara da gücümüz yetmiyorsa, en azından kalbimizle buğzedebilmeliyiz. Çünkü inancımıza aykırı olan yasalara karşı rahatsızlığımızı bir şekilde göstermez ve adaletin ikamesi için çaba göstermezsek, “inandığımız gibi yaşamazsak, yaşadığımız gibi inanmaya başlarız.” Öyleyse hangi konum ve kurumda olursak olalım, hangi işi yapıyorsak yapalım, ölçümüz inancımız olmak durumundadır.

Mesela bazı ülkeler var ki, vatandaşlarının %99’u dahi Müslüman olduğu halde anayasaları İslami değildir. Dahası İslam’ı ve Müslümanları potansiyel tehlike olarak tanımlarlar. Bir de toplumun değişik kesimlerinin kendilerince kutsadıkları şahsiyetler, nesneler, “dini” ve “milli” değerler vardır. Bunu Türkiye toplumunun değişik kesimlerine uyarladığımızda, karşımıza İslam, Hristiyanlık, Yahudilik ve Şamanizm gibi dinler, Atatürkçülük, Milliyetçilik, Komünizm ve Ateizm gibi dinler-ideolojiler, Mete Han, Fatih, Kanuni, Abdülhamit ve Atatürk gibi şahsiyetler ve başkaca dini ve siyasi liderler vardır. Yine bu saydıklarımızla kısmen bağlantılı ve kısmen de bağımsız olan ama toplumun bir kesimi tarafından kutsanan Altı Ok, Dokuz Işık ve Rabia gibi ülküler vardır. Dualarımızda ve kulluğumuzda bunların her birini inancımızın uygun gördüğü yere oturtmak durumundayız.

Yukarıdaki gibi birçok inancın ve kutsanan birçok değerin bulunduğu toplumumuzda Müslümanlar olarak itikadımızı arı duru olarak muhafaza etmek kolay değildir. Hele hele bir de rejimler ve güç sahipleri birçok İslam dışı şeyi inancımızdan bir cüz gibi bize dayatıyorsa… Müslümanların bulundukları ülkelerde yaşadıkları en temel ve dolayısıyla en büyük ise sorun, o rejimler tarafından birçok haklarının gasp edilmesi ve ötekileştirilmeleridir. Müslümanların kendi dinlerinin hangi kurallarını ve ne kadar yaşayabileceklerinin çerçevesini dahi bu ülkenin anayasası belirlemektedir. Bu da yetmezmiş gibi bir de Müslümanlara “dini” ve “milli” kutsallar dayatılmaktadır. Ki bunların bir kısmı yukarıda anıldı. Tekrar edelim, bu sorun sadece Türkiye Müslümanlarına özgü değil, neredeyse dünyanın her yerindeki Müslümanlar için geçerlidir. Bu da Müslümanların hem amellerinde ve hem de itikatlarında ciddi sapmalara yol açıyor. Bazı Müslümanların bir yandan namaz, oruç vb. dini vecibeleri yerine getirirken, diğer yandan kimi müşriklere dua ve tazimde bulunmalarının ve küfrün, şirkin ve tuğyanın ilelebet payidar olması için dua etmelerinin nedeni de budur.

İşte başlıktaki soruyu kendimize sormamızın nedeni de bundandır. Bir de bildiğimiz gibi, gece-gündüz demeksizin her an “önümüzden, arkamızdan, sağımızdan ve solumuzdan bize sokulup saptırmaya çalışan” şeytan var. Şeytana ve şeytanın izinden gidenlere kendimizi kaptırmak istemediğimize göre, dualarımızı ve kulluğumuzu da her daim gözden geçirelim.