• DOLAR 34.621
  • EURO 36.732
  • ALTIN 2905.362
  • ...

Başlığı soğuk buldunuz, değil mi? Doğrudur, ölüm soğuktur. Hele hele o bizim ölümümüz ise, soğuktan da öte karamsar, hüzün verici, tedirgin edici, rahatsız edici ve korkutucudur. Ama bendenizin kastı korkutmak değil, zaten hepimizde az veya çok olan bu korkuyu nasıl değerlendirmemiz gerektiği üzerine düşündürmektir. Yani istedim ki, mutlak olduğunu bilmemize rağmen bilinçli bir şekilde uzak durmaya çalıştığımız ve çoğunlukla düşünmeye bile korktuğumuz kendi ölümümüz üzerine biraz düşünelim.

Sizce neden düşündürücülüğü azdır ölümün? Veya şöyle sorayım, doğduğumuz andan itibaren ölümün bizimle birlikte olduğundan şüphe etmediğimiz halde neden mümkün olduğunca onu görmezden, düşünmezden ve anmazdan geliriz. Aslında görmesine görürüz, düşünmesine düşünürüz ve anmasına anarız ölümü, ama hepsinde de yüzeyde kalmaya özen gösteririz. Derinine inmeyiz ölümün; derinliğine görmek, düşünmek ve anlamak istemeyiz ölümü. Sanki bilincimizin altında şöyle bir duygu var; ölüme mesafeli durduğumuz sürece ondan emin bir şekilde yaşamımızı sürdürebileceğiz.

Hani ölümle sonuçlanabilecek bir olayı yaşayıp da sağ kurtulanlar için denir ya, “ölümle burun buruna geldi” diye. Oysa bizim ölüm ile burun buruna olmadığımız bir an yok ki. Sadece farkında değiliz, o kadar. Çünkü ölümü olduğu gibi görmekten kaçıyoruz. Çünkü ölüm ile yaşadığımızı düşünmekten kaçıyoruz. Ve çünkü ölümü anlamak istemiyoruz. Nedenini de biliyoruz: Korkuyoruz! Korkumuzun nedeni, ölüme hazır olmayışımız olabilir mi? Hem ölüme hazır olmak nedir ki? Ama inansak da inanmasak da, ölümün mukadder olduğundan ve korkunun bize bir yararının olmayacağından eminiz. Hâlbuki biraz düşünürsek, korkumuzu korumakla birlikte onu kontrol edebilir ve kendi yararımıza kullanabiliriz. Malumunuz, bazı şeyler var ki, olmasında bir dahlimiz olmadığı gibi, olmamasında da bir dahlimiz yoktur. Bu şeylere karşı sergilememiz gereken tavır, evvela o şeyleri oldukları gibi kabul etmek, saniyen o şeylerdeki hikmetleri keşfetmek ve salisen o şeylerdeki hikmetleri hayatımıza uyarlamaktır. Ölüm ve ölüm korkusu da bu şeylerden ikisidir. Dolayısıyla ölümün saldığı korkuyu yok edemeyiz. Zaten bunun için çabalamak da beyhudedir. Ama bu korkuyu iyiye kullanabiliriz. Kötülerden farklı olduğumuzun ilk adımını da böylece atmış olacağız. Bazı korkular var ki, iyiye de kullanılabilir, kötüye de. Ölüm korkusu da bunlardandır. Ölüm korkusu kimimizi mutlak Yaratıcıya kul yaparken, kimimizi de bizden olanlara, yani bazı insanlara kul yapar. Burada iş düşünmeye, akıl etmeye ve iradesini özgürce kullanmaya düşmektedir. Sahip olduğu akıl ile birlikte düşünme ve muhakeme etme melekelerini hakkıyla ve layıkıyla kullanan her insan hayatın da ölümün de biricik yaratıcısını bulabilir. Tıpkı İbrahim gibi. Ama düşünmek, sandığımız gibi kolay değildir. Daha doğrusu kolaydır, ama bedel gerektirir. Bu bedel bazen insanın hayatına bile mal olabilir. Dolayısıyla düşünmenin bedelini ödemeye hazır olmayanlar, yönlerini kendilerince kendilerine daha yakın olan güçlere çevirirler. Ve an gelir, hayatın da ölümünde etkeninin o güçler olduğuna inanıverirler. İşte yeryüzünde tanrılık iddiasında bulunanların ve kitleleri kendilerinin koydukları kanunlarına uyduranların gücü bu gibi insanlardan geliyor. Yani dün olduğu gibi bugün de yeryüzünü zulme, kine, kana ve fesada boğanlar, bu gücü düşünmeyen ve akıl etmeyen insanlardan alıyorlar.

Mesela yaşları 50’nin üzerinde olan bizler bir dünya savaşı görmedik, ama neredeyse dünyanın dört bir yanında bitmek bilmeyen irili ufaklı savaşlarla büyüdük ve hala savaşlarla yaşıyoruz. Ve nasıl bir tevafuktur ki, dünyanın neresinde olursa olsun, bu savaşların kimisinde doğrudan ve kimisinde de dolaylı olarak dahli olanların hepsi aynı zamanda güya dünyada barışın tesisi için kurulan Birleşmiş Milletlerin 5 daimi temsilcisi olan ülkelerdir. Bir de bunların malum beslemeleri var. Bu sırtlanlar sürüsünün ayak işlerini yapan rejimleri anmaya bile gerek yoktur.

Dikkatlerimizi bugünün Firavunları ve Nemrutları üzerinde yoğunlaştırmalıyız. Çünkü bunlar azgınlıkta dünküleri de geçtiler. Tek bir atışla bin veya yüz bin değil bir milyon ve hatta daha fazlasını öldürebilecek silahlara sahiptirler. Bunu da yeterli görmüyorlar, bütün dünyayı tehdit edebilecek bazı hastalıkları dahi üretip yayabiliyorlar. Ama yöntemleri aynıdır. Kendilerine, “neden girdiğiniz her yeri yakıp yıkıyorsunuz, taş üstünde taş bırakmıyorsunuz ve durmadan kan akıtıyorsunuz?” diye sormaya görünüz. Cevapları aynı: “Biz ancak ıslah edicileriz!”

Yukarıda da dediğimiz gibi, onlar bu gücü bizim düşünmeyenlerimizden ve akıl etmeyenlerimizden alıyorlar. Her birimizin cevap vermemiz gereken soru, bunların yanında mı veya karşısında mı olduğumuzdur. Bu da bizim Allah’ın bize bahşettiği düşünme ve akıl etme melekelerini hakkıyla ve layıkıyla kullanıp kullanmadığımızla doğrudan orantılıdır.

Düşünme melekelerini ve iradelerini kötüye kullananlar saparlar ve sığınak olarak da o kötüleri görürler. Bir de düşünme melekelerini ve iradelerini iyiye kullananlar vardır. Bu da iki tarafın karşı karşıya gelmesi demektir. Ki Habil ile Kabil’den günümüze kadar kesintisiz olan şey de bu iki tarafın birbirilerine karşı verdikleri mücadeledir. Biz de bugünlerde bir yandan Corona virüsü nedeniyle kol gezen ölüme görünmemek için çabalarken, diğer yandan bu korkunun bizi neye, kime ve niçin yaklaştırdığını da gözlemleyelim. Bu arada düşünme ve akıl etme melekelerimizin tam kapasite çalışıp çalışmadığını da daha bir özenle gözden geçirelim. Çünkü bu değerleri kullanmada göstereceğimiz en ufak bir ihmal bile bizi kötülerin askeri yapabilir. Ölümü yeni bir hayata açılan kapı olarak görenlere ve o hayatın iyisine ölümüne talip olanlara selam olsun!