Fatih Altaylı eğer bunları Avusturya’da yazarsa, ona sen…
Cumhuriyetin kurulmasından sonra Türkiye toplumunun en büyük sorunlarından biri de hep ırkçılık olageldi. Ve bu ırkçılık da milliyetçilik maskesi altında yapılmaktadır. Bunlar Türklerin milli duygularını istismar etmeyi ve devletin gücünü hizmetlerine almayı başardıkları için yaptıkları tahribat da büyüktür. Geçen bu 95 yıllık zamana; katliamlardan sürgünlere, zindanlardan faili meçhul cinayetlere, inkâr, imha ve asimilasyon politikalarından dini ve etnik ayrımcılığa kadar her türlü kötülüğü sığdırmayı başardılar. Bugünün Türkiye’sinde katliamlar, sürgünler ve faili meçhuller yok, ama tıpkı Cumhuriyetin ilk yıllarındaki gibi kendileri gibi inanmayan, kendileri gibi düşünmeyen, kendileri gibi yaşamayan, kendi milliyetinde olmayan ve kendi dillerini konuşmayan herkesi öteki görecek kadar bağnaz, ırkçı ve faşist bir güruh var. Toplumsal barışın sağlanamamış olmasında da gücünü milletin onayından almamış olan darbe artığı anayasadan alan bu güruhun payı var.
Bu genel girişi yaptıktan sonra gelelim bu haftaki yazımıza konu olan Fatih Altaylı’nın 22 Aralık 2019 tarihli Haber Türk gazetesindeki sözlerine:
“Dün Kanal İstanbul ile ilgili konuşmak üzere dostum Celal Şengör’ü aradım. Ancak Celal’le konuşmaya başlayınca, konular oradan oraya atlıyor. Haliyle Kanal İstanbul’dan, Kırıkkale Üniversitesi’ne gittik ve üniversitede bir organizasyon sırasında İstiklal Marşımızın Arapça olarak okunması mevzuuna girdik.
Ben büyük bir sinirle, “Yahu kardeşim böyle edepsizlik mi olur! Bir grup şerefsiz, Mehmet Akif Ersoy’a sövüp duruyor. Adamın eteğinin altından çıkanlara tapanlar, bu büyük şaire demediklerini bırakmıyorlar. Bir de şimdi adamın şiirini Arapçaya çevirmek nereden çıktı? Zaten artık sokakta Arapçadan başka lisan duymuyorum. Bir bu eksikti” diye kükredim. Celal ise, bak şimdi meseleleri birbirine karıştırma. Türkçe’yi, Akif’i korumak istemen başka şey diğeri başka şey” diyerek farklı bir perspektif açtı…”
Altaylı, Şengör’ün kendisine gönderdiği açıklamaya da yer vermiş. İyi ki yer vermiş. Çünkü Şengör’ün “Sevgili Fatih” diye başlayarak yazdığı satırlar, deyim yerindeyse beni gerçekten mest etti. Hem İstiklal Marşı’nın Arapçaya çevrilip okunmasını hazmedemeyen bağnazlara haddini bildirmiş, hem de Üniversitenin ne demek olduğunu dört dörtlük anlatmış.
Umarım Altaylı da Şengör’ün bu pendnamesinden payına düşeni almıştır!
Altaylı’nın günahını almamak için, önce bilmek istedim, farklı veya öteki olarak gördüğü şeylere karşı kükreyişi her insanın yaşayabileceği bir anlık dalgınlık veya gaflet mi diye… Meğer Cemaziyülevvelinde de buna benzer kükreyişleri ve maalesef ırkçı olarak değerlendirilebilecek eylemleri olmuş Altaylı’nın, tıpkı meslektaşı Ertuğrul Özkök gibi. Örneğin, biricik suçu “Kürtçe klip yapmak istiyorum” diyen Ahmet Kaya’ya ırkçı bir saldırıda bulunan sanatçıların derekesine düştüğünü esefle öğrendim. O gece orada bulunan sanatçılardan bazılarının Kaya’ya reva gördükleri o ırkçı saldırıyı ve sonrasını biliyorsunuz. Canı gibi sevdiği vatanını ve sevdiklerini bırakmak zorunda kalan Kaya soluğu Fransa’da almıştı. Ancak bu güruh Kaya’yı orada da rahat bırakmadı. Örneğin, Ertuğrul Özkök yönettiği gazetenin manşetini, “Vay şerefsiz” diye atacak kadar alçalırken, Altaylı da, “Parayı veren Ahmet’i alır” başlıklı yazısıyla adeta Özkök ile yarıştığını görüyoruz.
Bütün bunlardan hareketle Altaylı’ya şu dostça hatırlatmayı yapmayı bir borç olarak görüyorum: Avusturya’da bunları yazarsanız, size, “ırkçısınız!” derler. Bunları bir de kükreyerek söylerseniz, size en hafifinden, “faşistsiniz!” derler. Çünkü Avusturya’da belki Almancadan sonra tabelalarda en yoğun göze çarpanları belki Türkçe dilinde olanlarıdır. Hakeza sokakta Türkçeden Sırpçaya, Arapça, Kürtçe, Farsça ve İngilizceye kadar onlarca dil konuşulur. Fakat kamuoyu bundan rahatsız olmak şöyle dursun, kendisinin bir başarısı ve zenginliği olarak görür. Özkök ve Altaylı gibi rahatsız olanları da elbette ki, var, ama kamuoyu onların da hakkından gelir.
Ne yazık ki, Özkökler ve Altaylı’lar farklılıklara tahammülsüzlük konusunda yalnız değiller; çoğu siyasilerimiz, aydınlarımız, gazetecilerimiz, din adamlarımız ve dahi akademisyenlerimiz de ecnebilere ve lisanlarına karşı ezik dururken, bin yıldır iç içe, beraber ve yan yana yaşadıkları insanlara ve lisanlarına karşı hala önyargılıdırlar. Mesela, kızıl görmüş boğalar gibi Arapça tabelalarına saldıran bu güruhtan herhangi birinin aynı hassasiyeti en az 10 kat fazla olan İngilizce, Fransızca vb. dillerdeki tabelalara karşı da gösterdiğine şahit olmadık. Anlayacağınız, bir grup öğrenci Avusturya Milli Marşı’nı Arapçaya, Çinceye veya Türkçeye yahut başka bir dile mi çevirdi? Bunlardan ancak memnuniyet duyarlar. Yani bizdeki gibi bölücülükle veya başka bir şey ile itham etmezler. Bu ve benzer nedenlerden ötürüdür ki, Avusturya’nın üniversiteleri de, Şengör’ün tanımladığı kadar ideal olmasa bile, Türkiye’nin birer mankurtlaştırma merkezini andıran üniversiteleri ile de kıyaslanmayacak kadar ileridirler. Örneğin, dünya üniversitelerinin 2019 yılındaki başarı sıralamasında 8 milyonluk Avusturya’nın 6 tane üniversitesi ilk 500’ün içinde yer alırken, 80 milyonluk Türkiye’nin 200 üniversitesinden ancak 2 tanesi ilk 500’e girebilmiştir.
Son olarak temennim ve çağrım şu olur: Gelin hep birlikte geçmişimizden dersler çıkaralım; bizden farklı din ve düşüncelere sahip olanları dini aidiyetlerinden dolayı “mürteci” ve etnik aidiyetlerinden dolayı “bölücü” diye ötekileştireceğimize, en azından “senin dinin-inancın-ideolojin sana ve benimki bana” diyebilelim. Çünkü birbirimizin temel haklarına saygı duyduğumuz ve onları koruduğumuz ölçüde toplumsal barışı sağlayabiliriz.