Sarıkamış Vakası ve İslam dünyasının düşünsel boşluk problemi
28 Haziran 1914`te Avusturya-Macaristan veliahdı Arşidük François Ferdinand, Saraybosna`da bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürüldü. Bu vakadan sonra Rusya`nın Sırbistan`ı, Almanya`nın da Avusturya`yı desteklemesiyle Birinci Dünya Savaşı başladı. 28 Temmuz`da Avusturya-Macaristan, Sırbistan`a savaş ilan etti. Almanya da Rusya`ya harekât başlattı.
Düşüncede Batıcı İttihat ve Terakki Partisi yönetimindeki Osmanlı Devleti ile Almanya arasında I. Dünya Savaşı cepheleşmesi ile ilgili olarak 2 Ağustos 1914`te ittifak anlaşması yapıldı. Taraflardan birine açılan savaş diğerine açılmış sayılacaktı. Buna rağmen Osmanlı, savaşta tarafsız kalmaktan yanaydı. Ama İttihatçı genç subaylar, farklı düşünüyorlar; Almanya ile birlikte savaşa girmenin kârlı olacağına inanıyorlardı. Ki Almanya`nın ordu içinde fiili görev anlamında ciddi bir ağırlığı vardı.
Donanmanın başındaki Alman Amiral Souchon`ın İttihatçılarla vardığı mutabakatla Goeben ve Breslau savaş gemileri İstanbul'a getirildi; gemilere Yavuz ve Midilli adı verilerek Osmanlı bayrağı çekildi. Yavuz ve Midilli, Osmanlı bayrağı ile Karadeniz`e çıkarıldı, 29 Ekim 1914'te Karadeniz`deki Rus limanları topa tutuldu. Bunun üzerine 1 Kasım'da Rusya, Osmanlı Devleti'ne savaş ilan etti, Osmanlı, resmen savaşa dâhil oldu.
Almanya, Rusya`nın doğudan kıstırılmasından yanaydı; Ordu komutanı Enver Paşa ikna edildi: Kafkasya`dan Rusya`ya savaş açılacaktı. Almanların planı, Batı`dan savaş açtığı Rusya`nın doğudan kuşatılması, Kafkasya`daki petrollerin Alman sanayisine yetiştirilmesi, Osmanlı`nın Rusya`ya savaş açmasıyla Rusya`daki Müslüman nüfusun Rusya`ya karşı direnişe geçmesiyle Rusların savaşı kaybetmeleriydi. Almanların bu talepleri Enver Paşa`nın Doğu Anadolu`nun Ruslardan kurtarılması ve Anadolu ile Orta Asya arasındaki engel Kafkaslar`ın Osmanlı hâkimiyetine geçip Turan Birliğinin kurulması fikriyatıyla örtüşüyordu. Enver Paşa 20 Aralık 1914`te, Türk kuvvetine Sarıkamış-Umraniye istikametinde taarruz emri verdi. 22 Aralık`tan itibaren yoğunlaşan savaşta sayısı 150 bini bulan Osmanlı askerleri ilk anda zafer kazandı; Sarıkamış`a doğru ilerledi. Ancak -40 dereceyi bulan soğuklarda Osmanlı askerlerinin kışlık üniforma bulunamadığı için yazlık üniforma ile katılmaları ve tifo gibi soğukların da etkisiyle ordu ilerleyişini sürdürmedi, Kafkasya`ya geçmeden 60 bin ile 90 bin arasında şehit vererek durmak zorunda kaldı. 18 gün süren saldırının sürdürülemeyeceğini gören Enver Paşa cepheyi terk edip İstanbul`a döndü. Bu vaka, Osmanlı`nın I. Dünya Savaşı`ndaki acılarının simgesi hâline geldi, Osmanlı`nın savaştaki durumu genellikle bu vaka üzerinden değerlendirildi.
Vakanın sorumlusu kimdi? Kemalistler, doğrudan Enver Paşa`yı; Enver Paşacılar (Enverciler), Rus ordusunu çekilmeye zorladığı hâlde takip etmeyen Hafız Hakkı Paşa`yı; İslâmi kesimlerin önemli bir bölümü İttihat ve Terakki`yi suçluyor.
Vaka değerlendirmeleri ile ilgili en büyük sorunlarımızdan biri konuyu bir şahıs veya grup etrafında değerlendirip cezaları o noktada kesmektir. Şahıslar, birer simgedirler; simgeler, vakaların anlaşılmasını sağlar. Buna rağmen şahıs ve grup odaklı yaklaşım, bizim sorunların köklerine inmemizi engeller.
Osmanlı`nın çöküşünü ve topraklarının tamamına yakınının Batı tarafından paylaşılmasını getiren I. Dünya Savaşı`nda tarafsızlığını koruması bugün için en doğru tutum olarak görünmektedir. Ama taraf olunacaksa ideallerin dayattığı, Almanya`nın yanında savaşa girmekti. Zira Almanya`nın karşısındaki güçler, Ruslar, İngilizler ve Fransızlar, İslam dünyasını Orta Asya, Kafkasya, Kırım; Cezayir, Hindistan`da istila eden devletlerdi. Almanya için ise böyle bir durum söz konusu değildi. O istilacı güçlere karşı kazanılacak bir zafer, İslam dünyasına rahat bir nefes aldırır hatta İslam dünyasını krizden kurtarırdı. Fakat Almanya`nın dünyaya hükmeden bu güçleri yenebileceği kuşkuluydu hatta rasyonel bir mantıkla yenmesi mümkün değildi. Bunu ifade eden II. Abdülhamit`e yakın “İslamcı” Osmanlı düşünürleri vardı. Ama gerçekte kimse, meseleyi orduyu da ikna edecek şekilde ortaya koyabilecek bir düşünsel üretimde bulunamamıştı.
İslam dünyasının yaşadığı düşünsel kısırlık problemi, 19. yüzyıldan itibaren İslam dünyasını siyasi ve askeri olarak bitirecek boyuta ulaşmıştı. Problemin çözümü hususunda çok kişi fikrî beyanda buluyor, sorunun bir tarafına dönük çözüm üretiyordu ama bu taraflar bir araya gelmediği için, devleti idare edenlerin eline bir “kurtuluş reçetesi” geçmiyordu.
Osmanlı 20. yüzyılın dünya koşullarında Yemen`i, Hicaz`ı, Libya`yı yönetecekse nasıl yönetmeliydi? Bu soruya ne İstanbul`da ne Sana, Mekke, Trablus`ta tatmin edici cevaplar getiren İslam uleması vardı. Ulema, ideallere bağlı kalmaktan samimiyetle söz ediyor, ideallere ihanetin dünyevi ve uhrevi bedelini anlatıyor ama bu bağlılığın sahada nasıl gerçekleştirileceğini ifade edemiyordu. Osmanlı yüzyıllar boyunca savaşmış, hep askeri zafer ve savunmalara odaklanmış ama savaşın diğer yarısını yürütecek ilmî kurumlar oluşturmamış; ilmî kurumları hakikatte tükenmişti.
Bundan dolayı İstanbul`da paşalık unvanını alelacele alan genç Osmanlı subayı Enver gibi Sana, Mekke ve Trablus`taki gençler de reçetelerini Fransa`da arıyorlardı. İngiltere ve Rusya`da gençlerin reçetelerini Fransa`da aramalarından memnundu. Zira bu durum onları İslam`ın ideallerinden ve ideallerin gerçekleştiricisi ümmetten uzaklaştırmakla kalmayacak aynı zamanda milliyetçi/ırkçı olmakla İslam dünyasını kaçınılmaz olarak bölünmeye de götürecekti. Batı açısından ise Haçlı Seferlerinden alınan büyük dersle İslam dünyasının yenilmesi ancak bölünmesi ile mümkündü.
İlkin Enver Paşa Turan Birliği, Arap gençleri Arap Birliği diyeceklerdi. Ama “vatan milliyetçiliği” denen bölgesel/mikro milliyetçilik öne sürüldüğünde onların bu idealleri dahi “hayal/ütopya” olarak görünecekti. Başka bir ifadeyle Enver Paşa ve ilk kuşak Arap milliyetçileri ümmetçiliği “hayal/ütopya” gibi görürken “vatan milliyetçileri” de onların Türk Birliği (Turancılık), Arap Birliği ideallerini “hayal/ütopya” olarak görecek; sonuçta İslam dünyası bölük pörçük olarak sömürge topraklarına dönüşecekti.
Bugün o süreçten sorumlu tutulanlara bir yığın hakaret yağdırmak ya da tümüyle onları masumlaştırmak da tercih edilebilir. Ne var ki iki yol da alternatif bir yol geliştirilmediği soruna çözüm getirmeyecektir.
Bugün için problem, İslam dünyasının hâlâ Müslüman gençlerin dağlarda buzdan heykel kesildikleri Sarıkamış Vakası`nın yaşandığı günlerde olduğu gibi sorunları şahıslar ve gruplar bağlamında ele almasıdır. Çözümler öne sürenlerin ise İslam dünyasının gerek fizikî anlamda gerek manevi alanda parçalarıyla uğraşmasıdır. İslam dünyasının bir tarafına yönelik çözümler öne sürmesi ya da Müslümanların yaşadığı sorunlardan birine yönelik söz söylemesidir.
Yerellik, “büyük kurtuluş” için önemlidir. Herkesin kendi cephesinde ayağa kalkması, büyük resmin “ayakta olanlar” şeklinde görünmesi için koşuldur hatta. Ama yerelliğin büyük resimden bağımsız düşünülmesi soruna çözüm değil, aksine sorunun derinleşmesi için sebeptir. Aynı durum manevi saha için de geçerlidir. Manevi kalkınmada bir tarafta ihtisas kazanmak gereklidir. Ama bu ihtisas alanlarının “tam teşekküllü bir hastane”de buluşmaması hastaların ölümüne yol açacak kadar tehlikelidir.
I. Dünya Savaşı`nı o savaşa katılan veya katılmayan şahsiyetlerin sözlerini tekrarlayarak değerlendirme noktasında kalmak, İslam dünyasının bugün içinde bulunduğu durumun sebeplerine katkıda bulunmaktır.
Müslümanların değerlendirmeleri ileri boyutlara ulaştıracak, parçaları bütünleştirecek ve yenilginin aslî sebeplerini bulup bütüncül çözümler getirecek kurumsal değerlendirmelere gereksinimi vardır. Kurtuluşa giden yol, böyle açılacaktır.
Geçmişin Müslüman gençleri, Müslümanların heyecanı, özgürlü arayan ruhu başkalarının aklıyla düşündüğü için başkalarının yolunu açan adımlar attı. Bugün bunun tekrarlanmaması ancak o gençlerin, o heyecanın, o ruhun önüne “İslam aklı”nı koymakla mümkündür.