• DOLAR 34.676
  • EURO 36.645
  • ALTIN 2927.578
  • ...

ABD ile Müslümanlar arasındaki kayda değer ilk ciddi diyaloglar, Wilson İlkeleri üzerinden gelişti. Devrin ABD devlet başkanı Woodrow Wilson, 8 Ocak 1918`de I. Dünya Savaşı`nın son bulması ve “insanlık barışının yeniden sağlanması” görünen niyetiyle duyurduğu bu ilkelerde özetle, uluslar arası güçleri,

-Ekonomik engelleri kaldırarak tüm devletleri eşit görmeye

-Silahsızlanmaya

-Devletlerin kara suları dışındaki denizleri tüm devletlere açmaya

-Devletler arasındaki problemleri barışçıl yollarla çözmede etkili olacak Milletler Cemiyeti`ni kurmaya

-Boğazları uluslar arası ticarete açık tutmaya;

-Galip devletleri kaybeden devletlerden savaş tazminatı almamaya

-Devletleri kendi aralarında gizli anlaşmalar yapmaya son vermeye çağırıyor;

“Osmanlı Devleti'nde Türklerin yoğunlukta olduğu bölgelerin egemenlikleri sağlanacak, diğer bölgelerdeki uluslara da kendi kendini yönetme hakkı tanınacaktır.”ilkesiyle de İslam dünyasının istilasına karşı olduğunu beyan ediyordu.

I. Dünya Savaşı`nın koşullarında bu ilkeler, başta Osmanlı aydınları olmak üzere Müslümanlara cazip gelmişti. Müslümanlar, Batı`nın galip geldiği I. Dünya Savaşı`nın ardından gelecek uluslar arası keşmekeşten, bir tür galipler anarşizminden bu ilkelerle korunacaklarını düşünmüşler,  diğer bir ifadeyle bu ilkelerle uluslar arası zeminde kanunsuzluktan kurtulacakları umuduna kapılmışlardı.

Ne var ki Wilson`un ilkeleri, Müslümanlar açısından karşılık bulmadı; ABD açısından uluslar arası zeminde rol pazarlığının bir parçası olarak kaldı.

Buna rağmen I. Dünya Savaşı`nın ardındaki düzende Müslümanların bir bölümü ABD`yi bir umut olarak gördü. ABD, bu umudu Sovyetlere karşı büyütüyor görünürken 1940`lı yıllardan sonra İslam alemine sadece israil`in varlığı ve güvenliği açısından baktı. Müslüman ülkelerin kendisi açısından meşruiyet ve değerini israil`le ilişkileriyle ölçme gibi facia bir tutum içinde oldu. Onun açısından bir İslam ülkesinin müttefik sayılma ölçüsü, israil`in varlığına karşı olmama ve doğrudan veya dolaylı israil`in varlığını korumasına bağlandı.

Müslüman ülkelerin Batılılaşmış ya da Batı`ya teslim olmuş idarecileri, bu dayatmaya rağmen Sovyetler Birliği`ne karşı kendilerini ABD`ye yakın hissetmek istediler. ABD, bu isteğe karşı duyarsız kalmadıysa da her zaman onları israil kartıyla değerlendirdi.

ABD`nin bu süreçte göz ardı ettiği bir şey vardı: II. Dünya Savaşı`nın ardından İslam dünyası ile ilişkilerini eski Büyük Britanya İmparatorluğu`ndan devralmıştı. Büyük Britanya (İngiltere), üzerinde güneş batmayan bir imparatorluk kurmayı başarmışsa da Hint kıtası da dâhil, hiçbir zaman Müslümanları Hindular veya Amerikan kıtası paganları gibi itaat altına alamamıştı. Kadim İslam coğrafyasındaki fiilî hâkimiyeti ise İbn-i Suud ve Haşimî hanedanları gibi yerel hükümetler kurmasına rağmen ancak çeyrek asır sürebilmişti.

Müslümanlar, boyun eğmemekle, kendilerini hiyerarşik olarak İngilizlerin altında görmemekle Büyük Britanya`nın saygınlığını, toplumlar üzerinde oluşturduğu korku iklimini darmadağın ediyorlardı. Büyük Britanya, Müslümanlara da hükmederek dünyanın gerçek hâkimi olma hayali kurarken bu hâkimiyet hırsı, onun diğer coğrafyalardaki hâkimiyetini tehdit etti. İngilizler, tabiri caizse Dimyat`a pirince giderken evdeki bulgurdan da olmuşlardı.  

ABD, Hıristiyan romantizmine ve Yahudi kinine teslimiyeti ile Müslümanlarla ilişkisinde akla dayanamadı. Büyük Britanya`nın yaşadıklarından ders almadı, iflah olmaz bir hırsla Müslümanların üzerine geldi. Ama bin bir dalavere ve zorlamayla pek çok İslam ülkesini de katarak yaptığı Afganistan operasyonunda ağır bir başarısızlığa uğradı. Afganistan halkı, ABD`nin ülkenin tamamına hakim olacağı yolu bir türlü vermedi, ABD`nin “istediğini yapar” havası ağır hasar aldı. Buna bir de Irak operasyonu eklenince ABD`nin dünya genelinde yeni dönemde oluşturmak istediği, insan hakları ve “demokrasi” savunuculuğu anlamını yitirdi. Filistin meselesi İngiltere ile birlikte Wilson ilkelerine de ağır bir darbe vurduğu gibi Irak meselesi de ABD`nin insan hakları ve “demokrasi” savunuculuğunu vurdu. ABD, yaklaşık yüz yıldır inşa etmeye çalıştığı saygınlığını bu operasyonla yitirdi; dünya toplumlarına işkenceci bir devlet olarak göründü, daha doğrusu ABD`nin işkenceci yönü Irak aynasında dünya toplumlarına göründü.

ABD`nin yaşadığı bunalım, Trump`tan kaynaklanmıyor. Trump, ABD`nin yaşadığı bunalımın bir sonucudur. Trump`ın gitmesiyle ABD toparlanmayacak, sadece yeni sorunlarla uğraşacaktır. Fiyaka bir kere çizilmiştir, bir daha toparlanmak mümkün görünmemektedir.

ABD ve Türkiye

ABD`nin Türkiye ile ilişkiler, İslam dünyası bütünlüğünden ayrı ele alınamaz. Çünkü ABD, İslam dünyasını dikkate alarak Türkiye ile bir ilişki düzlemi geliştirmiştir.

ABD`nin Türkiye ile yakınlığa verdiği önemin üç sacayağı vardır:

-Hilafetin son başkenti olarak seküler bir Türkiye`nin İslam dünyası açısından modelliği

-israil`in kuruluş ve varlığının korunması

-Sovyetlere karşı Batı açısından kalkan olma yönü

Sovyetler yıkıldı; ABD`de ciddi bir kesim, yeni Rusya`nın Sovyetlerin rolünü üstlenebileceğinden kuşku duymaktadır. Dolayısıyla kırılan bu ayağın onarılmış görüntüsü veren biçimi, henüz kabullenilmiş değil. ABD, Rusya`ya karşı Türkiye`nin güçlenmesini, Rusya`nın güçlenmesine karşı koymak için Türkiye`nin güçlenmesine göz yummayı gerekli görüp görmeme konusunda bir stratejiye ulaşmış değildir. Bu konu, ABD`de hâlâ tartışma konusu görünmektedir.

Diğer iki ayak konusunda ise Türkiye, kendini sorgulamakta, seküler yönünü gözden geçirmektedir. Bunun tabii bir sonucu olarak Türkiye`nin israil`le ilişkileri de aradaki ticaret hacmine ve zaman zaman yapılan açıklamalara rağmen eski mutlak uyumluluk istikrarından uzaktır.

Dolayısıyla ABD ile Türkiye arasındaki yakınlığın ayakları, eski yerinde değildir. İki taraf arasındaki ilişkilerin eski hiyerarşide sürmesi, mümkün görünmemektedir. ABD, bunu kabullenmiyor ve 2011`den bu yana İslam âleminin tümü için olduğu gibi Türkiye için de askeri darbeleri, diktatörleri halkın siyasi yaklaşımının neticesi olan seçilmiş hükümetlere tercih ediyor.

ABD, Mısır`da İslam dünyası ile ilgili 2011 sonrası politikasında başarılı oldu. Pakistan`da patinaj yapıyor. Türkiye`de ise son dört yıl içinde ikinci hezimetini yaşıyor. ABD, önce 17-25 Aralık (2013) sürecinde darbe yapamadı, ardından 15 Temmuz 2016`da hezimete uğradı. Ama ABD, mahzum hâliyle durmak yerine 15 Temmuz sonrasını, 17-25 Aralık soruşturmasını Newyork`a taşıyarak yönetmek istiyor.

Türkiye, buna tarihinde görülmedik bir şekilde, ABD konsolosluk görevlilerinin 15 Temmuz darbe girişimiyle malum ilişkisini yargıya taşıyarak teşhir etmekle karşılık veriyor. Buna öfkelenip Türkiye vatandaşlarına vize engeli koyan ABD`ye alışık olmadığı bir misillemede bulunuyor, vize engeli konusunda ABD metnini olduğu gibi iade ediyor. Seninle ilişkim, iki eşit devletin ilişkisidir, engele engel tutumu içine giriyor.

Bunun neticesi ne olursa olsun, bütün İslam alemi gibi Türkiye`nin de ABD ile ilişkilerini bütün olarak sorgulaması ve dayatılan hiyerarşiyi reddetme yönündeki son tutumunu sürdürmesi, Müslümanların ABD çağı sonrasında bir güç olarak belirmeleri açısından elzemdir.  Zira içeride çalkalanan ABD`nin durumu dışarı ile kurtarma yönündeki girişimlerinin uygulamaya geçmesi an meselesidir. Böyle bir vaziyet kurtarma girişimine, hangi İslam ülkesi en çok güçlü görünüyorsa, hangi İslam ülkesine müdahale, ABD iç siyasetinde daha çok ses getirecekse o İslam ülkesi maruz kalacaktır. ABD`deki iç vaziyeti, eskisi gibi el-Kaide operasyonları kurtarmayacaktır, IŞİD`in bir halefi de görünmemektedir. Bu durumda bundan sonraki müdahaleler, olabilirse, bizzat devletlere olacaktır. 

ABD, Müslüman halkların duruşu karşısında fiyakasını çizdirmiş, imajını yitirmiştir. Buna bir de İslam ülkeleri yönetimleri nezdindeki bir kayıp eklendiğinde ABD, vaziyeti bir daha zor kurtaracaktır.

Her ülke, bu gerçekliği göz önünde bulundurmak durumundadır.

 ABD`nin Müslümanlarla imtihanı

ABD ile Müslümanlar arasındaki kayda değer ilk ciddi diyaloglar, Wilson İlkeleri üzerinden gelişti. Devrin ABD devlet başkanı Woodrow Wilson, 8 Ocak 1918`de I. Dünya Savaşı`nın son bulması ve “insanlık barışının yeniden sağlanması” görünen niyetiyle duyurduğu bu ilkelerde özetle, uluslar arası güçleri,

-Ekonomik engelleri kaldırarak tüm devletleri eşit görmeye

-Silahsızlanmaya

-Devletlerin kara suları dışındaki denizleri tüm devletlere açmaya

-Devletler arasındaki problemleri barışçıl yollarla çözmede etkili olacak Milletler Cemiyeti`ni kurmaya

-Boğazları uluslar arası ticarete açık tutmaya;

-Galip devletleri kaybeden devletlerden savaş tazminatı almamaya

-Devletleri kendi aralarında gizli anlaşmalar yapmaya son vermeye çağırıyor;

“Osmanlı Devleti'nde Türklerin yoğunlukta olduğu bölgelerin egemenlikleri sağlanacak, diğer bölgelerdeki uluslara da kendi kendini yönetme hakkı tanınacaktır.”ilkesiyle de İslam dünyasının istilasına karşı olduğunu beyan ediyordu.

I. Dünya Savaşı`nın koşullarında bu ilkeler, başta Osmanlı aydınları olmak üzere Müslümanlara cazip gelmişti. Müslümanlar, Batı`nın galip geldiği I. Dünya Savaşı`nın ardından gelecek uluslar arası keşmekeşten, bir tür galipler anarşizminden bu ilkelerle korunacaklarını düşünmüşler,  diğer bir ifadeyle bu ilkelerle uluslar arası zeminde kanunsuzluktan kurtulacakları umuduna kapılmışlardı.

Ne var ki Wilson`un ilkeleri, Müslümanlar açısından karşılık bulmadı; ABD açısından uluslar arası zeminde rol pazarlığının bir parçası olarak kaldı.

Buna rağmen I. Dünya Savaşı`nın ardındaki düzende Müslümanların bir bölümü ABD`yi bir umut olarak gördü. ABD, bu umudu Sovyetlere karşı büyütüyor görünürken 1940`lı yıllardan sonra İslam alemine sadece israil`in varlığı ve güvenliği açısından baktı. Müslüman ülkelerin kendisi açısından meşruiyet ve değerini israil`le ilişkileriyle ölçme gibi facia bir tutum içinde oldu. Onun açısından bir İslam ülkesinin müttefik sayılma ölçüsü, israil`in varlığına karşı olmama ve doğrudan veya dolaylı israil`in varlığını korumasına bağlandı.

Müslüman ülkelerin Batılılaşmış ya da Batı`ya teslim olmuş idarecileri, bu dayatmaya rağmen Sovyetler Birliği`ne karşı kendilerini ABD`ye yakın hissetmek istediler. ABD, bu isteğe karşı duyarsız kalmadıysa da her zaman onları israil kartıyla değerlendirdi.

ABD`nin bu süreçte göz ardı ettiği bir şey vardı: II. Dünya Savaşı`nın ardından İslam dünyası ile ilişkilerini eski Büyük Britanya İmparatorluğu`ndan devralmıştı. Büyük Britanya (İngiltere), üzerinde güneş batmayan bir imparatorluk kurmayı başarmışsa da Hint kıtası da dâhil, hiçbir zaman Müslümanları Hindular veya Amerikan kıtası paganları gibi itaat altına alamamıştı. Kadim İslam coğrafyasındaki fiilî hâkimiyeti ise İbn-i Suud ve Haşimî hanedanları gibi yerel hükümetler kurmasına rağmen ancak çeyrek asır sürebilmişti.

Müslümanlar, boyun eğmemekle, kendilerini hiyerarşik olarak İngilizlerin altında görmemekle Büyük Britanya`nın saygınlığını, toplumlar üzerinde oluşturduğu korku iklimini darmadağın ediyorlardı. Büyük Britanya, Müslümanlara da hükmederek dünyanın gerçek hâkimi olma hayali kurarken bu hâkimiyet hırsı, onun diğer coğrafyalardaki hâkimiyetini tehdit etti. İngilizler, tabiri caizse Dimyat`a pirince giderken evdeki bulgurdan da olmuşlardı.  

ABD, Hıristiyan romantizmine ve Yahudi kinine teslimiyeti ile Müslümanlarla ilişkisinde akla dayanamadı. Büyük Britanya`nın yaşadıklarından ders almadı, iflah olmaz bir hırsla Müslümanların üzerine geldi. Ama bin bir dalavere ve zorlamayla pek çok İslam ülkesini de katarak yaptığı Afganistan operasyonunda ağır bir başarısızlığa uğradı. Afganistan halkı, ABD`nin ülkenin tamamına hakim olacağı yolu bir türlü vermedi, ABD`nin “istediğini yapar” havası ağır hasar aldı. Buna bir de Irak operasyonu eklenince ABD`nin dünya genelinde yeni dönemde oluşturmak istediği, insan hakları ve “demokrasi” savunuculuğu anlamını yitirdi. Filistin meselesi İngiltere ile birlikte Wilson ilkelerine de ağır bir darbe vurduğu gibi Irak meselesi de ABD`nin insan hakları ve “demokrasi” savunuculuğunu vurdu. ABD, yaklaşık yüz yıldır inşa etmeye çalıştığı saygınlığını bu operasyonla yitirdi; dünya toplumlarına işkenceci bir devlet olarak göründü, daha doğrusu ABD`nin işkenceci yönü Irak aynasında dünya toplumlarına göründü.

ABD`nin yaşadığı bunalım, Trump`tan kaynaklanmıyor. Trump, ABD`nin yaşadığı bunalımın bir sonucudur. Trump`ın gitmesiyle ABD toparlanmayacak, sadece yeni sorunlarla uğraşacaktır. Fiyaka bir kere çizilmiştir, bir daha toparlanmak mümkün görünmemektedir.

ABD ve Türkiye

ABD`nin Türkiye ile ilişkiler, İslam dünyası bütünlüğünden ayrı ele alınamaz. Çünkü ABD, İslam dünyasını dikkate alarak Türkiye ile bir ilişki düzlemi geliştirmiştir.

ABD`nin Türkiye ile yakınlığa verdiği önemin üç sacayağı vardır:

-Hilafetin son başkenti olarak seküler bir Türkiye`nin İslam dünyası açısından modelliği

-israil`in kuruluş ve varlığının korunması

-Sovyetlere karşı Batı açısından kalkan olma yönü

Sovyetler yıkıldı; ABD`de ciddi bir kesim, yeni Rusya`nın Sovyetlerin rolünü üstlenebileceğinden kuşku duymaktadır. Dolayısıyla kırılan bu ayağın onarılmış görüntüsü veren biçimi, henüz kabullenilmiş değil. ABD, Rusya`ya karşı Türkiye`nin güçlenmesini, Rusya`nın güçlenmesine karşı koymak için Türkiye`nin güçlenmesine göz yummayı gerekli görüp görmeme konusunda bir stratejiye ulaşmış değildir. Bu konu, ABD`de hâlâ tartışma konusu görünmektedir.

Diğer iki ayak konusunda ise Türkiye, kendini sorgulamakta, seküler yönünü gözden geçirmektedir. Bunun tabii bir sonucu olarak Türkiye`nin israil`le ilişkileri de aradaki ticaret hacmine ve zaman zaman yapılan açıklamalara rağmen eski mutlak uyumluluk istikrarından uzaktır.

Dolayısıyla ABD ile Türkiye arasındaki yakınlığın ayakları, eski yerinde değildir. İki taraf arasındaki ilişkilerin eski hiyerarşide sürmesi, mümkün görünmemektedir. ABD, bunu kabullenmiyor ve 2011`den bu yana İslam âleminin tümü için olduğu gibi Türkiye için de askeri darbeleri, diktatörleri halkın siyasi yaklaşımının neticesi olan seçilmiş hükümetlere tercih ediyor.

ABD, Mısır`da İslam dünyası ile ilgili 2011 sonrası politikasında başarılı oldu. Pakistan`da patinaj yapıyor. Türkiye`de ise son dört yıl içinde ikinci hezimetini yaşıyor. ABD, önce 17-25 Aralık (2013) sürecinde darbe yapamadı, ardından 15 Temmuz 2016`da hezimete uğradı. Ama ABD, mahzum hâliyle durmak yerine 15 Temmuz sonrasını, 17-25 Aralık soruşturmasını Newyork`a taşıyarak yönetmek istiyor.

Türkiye, buna tarihinde görülmedik bir şekilde, ABD konsolosluk görevlilerinin 15 Temmuz darbe girişimiyle malum ilişkisini yargıya taşıyarak teşhir etmekle karşılık veriyor. Buna öfkelenip Türkiye vatandaşlarına vize engeli koyan ABD`ye alışık olmadığı bir misillemede bulunuyor, vize engeli konusunda ABD metnini olduğu gibi iade ediyor. Seninle ilişkim, iki eşit devletin ilişkisidir, engele engel tutumu içine giriyor.

Bunun neticesi ne olursa olsun, bütün İslam alemi gibi Türkiye`nin de ABD ile ilişkilerini bütün olarak sorgulaması ve dayatılan hiyerarşiyi reddetme yönündeki son tutumunu sürdürmesi, Müslümanların ABD çağı sonrasında bir güç olarak belirmeleri açısından elzemdir.  Zira içeride çalkalanan ABD`nin durumu dışarı ile kurtarma yönündeki girişimlerinin uygulamaya geçmesi an meselesidir. Böyle bir vaziyet kurtarma girişimine, hangi İslam ülkesi en çok güçlü görünüyorsa, hangi İslam ülkesine müdahale, ABD iç siyasetinde daha çok ses getirecekse o İslam ülkesi maruz kalacaktır. ABD`deki iç vaziyeti, eskisi gibi el-Kaide operasyonları kurtarmayacaktır, IŞİD`in bir halefi de görünmemektedir. Bu durumda bundan sonraki müdahaleler, olabilirse, bizzat devletlere olacaktır. 

ABD, Müslüman halkların duruşu karşısında fiyakasını çizdirmiş, imajını yitirmiştir. Buna bir de İslam ülkeleri yönetimleri nezdindeki bir kayıp eklendiğinde ABD, vaziyeti bir daha zor kurtaracaktır.

Her ülke, bu gerçekliği göz önünde bulundurmak durumundadır.