• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...

Irkçılığın bir eğilim olarak varlığı şeytanın Hz. Adem (as) karşısındaki tutumuna dayansa ve İsrailoğulları`nın tarih boyunca ırksal üstünlük iddiasıyla hep gündemde kalmış olsa da ideolojik bir bütünlük içinde ortaya çıkışı, 18. Yüzyılda Fransa`da vuku bulmuştur.

1789`daki Fransız İhtilali ile ideolojik bir bütünlük içinde ortaya çıkan milliyetçilik, esasta Katolik ümmeti hedef almış, ona karşı örgütlenmiş, onu dağıtmayı ve ona karşı ırksal esaslar üzerinden bağımsızlık elde etmeyi hedeflemiştir.

Milliyetçilik, Avrupa`da Katolik yapıyı dağıttıktan sonra komşu toplumlar arasında üstünlük yarışına döndü. Fransız milliyetçiliğini kişisel çıkarı doğrultusunda yorumlayan ve yorumuna bulduğu destekle başı dönen Napolyon, İtalya ve İspanya`nın ardından Polonya ve Rusya`nın üzerine yürüyerek Avrupa`yı baştan başa bir hâkimiyet yarışı ve çatışma alanı haline getirdi. Fransız milliyetçiliği üzerinden kendi şahsını Avrupa`ya kabul ettirme derdine düşen diktatör, yüz binlerin ölümüyle ve büyük zenginliklerin imhasıyla sonuçlanan onlarca savaşın müsebbibi olarak tarihe geçti.  

Napolyon`dan sonra her Batılı lider, kendi milliyeti adına onun kanlı başarılarına göz dikince Avrupa, milliyetçilik çağında bir gün olsun rahat yüzü görmedi. Önce I. Dünya Savaşı ardından pek kanlı II. Dünya Savaşı…

Komşu Avrupalı devletlerinin I. Dünya Savaşı`nda birbirlerinden yol açtıkları ölüm ve yıkımların yaraları sarılmadan,  bu ölüm ve yıkımlardan dolayı oluşan nüfus boşluğu kapatılmadan II. Dünya Savaşı başladı. II. Dünya Savaşı, Hitler ve Mussolini ırkçılığıyla Avrupa`yı adeta insandan bir tarla gibi biçti. Yaklaşık 70 milyon insan, dünya genelinde; Avrupa`da ise neredeyse 30-35 milyon insan yaşamını milliyetçiliğe kurban verdi. Bu felaketle Avrupa, askeri ve siyasi üstünlüğünü ABD`ye kaptırırken Avrupa Birliği`ni kurmasına rağmen bir daha asla savaş öncesi günlerine dönemedi.

Avrupa, bugün hâlâ II. Dünya Savaşı denen; aslında Irkçılık Savaşı diye bilinmesi gereken savaşın felaketini üzerinden atamadı. Soy uğruna savaşan Batı`da bu savaştan sonra soylar bir daha asla geçmişe benzememek üzere karıştı, daima tekliğe yönelen Avrupa, bir kültür mozaiği haline geldi. Savaşın neticesi olan kadın politikasının getirdiği aile yapısı, evliliği bitirme noktasına getirdi; bencilleşme, aynı cinstekilerin sapkınlıklarıyla birleşince uygun ifadeyle Avrupa`nın soyu kurudu. Batı, soy uğuruna savaşırken soyunu kendi elleriyle bitirdi.

Milliyetçiliğin dünyanın farklı yerlerine farklı sebeplerle yayılma durumu söz konusudur. Güney Amerika, Orta ve Güney Afrika ve Hin kıtasında milliyetçiliğin emperyalizm karşıtı bir akım olarak boy verdiği, buralardan emperyalizmin kovulmasına katkıda bulunduğu iddia edilir. Oysa İslam dünyasında milliyetçilik, Avrupa`da ilk ortaya çıkışına benzer olarak ümmet karşıtı olarak doğdu, daha doğrusu bu karakter üzerinden İslam alemine gönderildi.

Milliyetçilik İslam âleminde ilk etkisini gösterdiği 19. yüzyılın birinci yarısının sonlarından bu yana, seküler bir yapı olarak önce ümmetin değerlerini, fıkhını, akidesini hedefine koydu. Batılılaşmanın eşekliğini üstlenerek Müslüman örf ve adetlerine saygı duymayan, İslam fıkhını yok sayarak yaşayan, nihayetinde Allah`ın varlığına bile inanmayan kişiler yetiştirdi.

Bu kişiler üzerinden edinilen tecrübelerle İslam`ın Müslüman toplumlara yönelik kazanımlarını sorgulatacak tarih bilgisi uyduruldu, kavimlerin İslam öncesi geçmişleri ile ilgili uydurulan efsanelerle Müslüman kavimlerin Müslümanlaşmakla hiçbir şey kazanmadıkları, az şey kazandıkları veya çok şey kaybettikleri iddialarını barındıran bir fikri operasyon yürütüldü. Temellerini İslam düşmanı Yahudiler, bütün müktesebatları Müslümanlara karşı şekillenen Hıristiyan rahipler ve Napolyon`un Mısır seferinden sonra onun Mısırbilimi operasyonunda görev alan seküler sözde bilim adamlarından alan bu fikri operasyon, Müslümanların kimi çocuklarını İslam`dan soğuttu hatta İslam`a karşı fikri ve ameliyle savaşan birer militana dönüştürdü.

Bu ilk hamledeki başarısından dolayı milliyetçilik, Avrupa`da İslam karşıtı çalışmalarda ödüllendirilerek Müslümanların İslam`a olan inançlarını zayıflatacak; birbirlerine duydukları güveni ise yok edecek donanımlı bir savaş aracına büründürüldü; her tür Batılı ideolojinin İslam dünyasına taşınmasında seküler “misyoner eşeği” görevi verildi.

Her mektebe, her sokağa hatta her köye uğramayı başaran o “misyoner eşeği”nin ayak bastığı her yerde İslam`a olan inanç darbeler yedi ama ondan öte Müslümanlar arasındaki kardeşlik bağı kopacak gibi oldu.

Batı, bu ikinci aşamada milliyetçiliği bir kez daha etkili bir savaş olarak görünce ilkel Batıcılıktan sosyalist Batıcılığa bütün Batıcılık türlerini o eşeğin sırtına yükledi; o eşek bomba yüklü bir araç gibi İslam âleminde patladı, beyinleri imha etti, farklı ideolojilere sahip olma iddiasında olan ama hepsi faşist olan tipler üretti.

Doğrudan İslam inancı ile uğraşan milliyetçilik, zamanla etkisini yitirmişse de milliyetçilik ümmet bağına karşı savaşına hiç ara vermedi. Avrupa`da Katolik ümmet içinde gördüğü fonksiyonun aynısını görerek her Müslüman toplumu kendisini en yakın Müslüman komşusuna düşmanlaştırdı.

Milliyetçilik yüzünden her Müslüman toplum, en çok hangi Müslüman topluma yakınsa, hangisine komşu olup onunla en çok işbirliği yapma imkânına sahipse en şiddetli şekilde ona düşman oldu.

Her Müslüman, ümmetin bir azası olarak başka Müslümanların kardeşi iken milliyetçilik akımının yol açtığı bu ağır yıkımla her Müslüman bir diğer Müslümana düşman olma noktasına düştü.

Düşmanlık hep ırklar arasında mı türetildi, hayır. Milliyetçiliğin türleri oluşturularak bölgesel milliyetçilik de dediğimiz sözde “vatan milliyetçiliği” ya da diğer adıyla “yurtseverlik”le aynı ırktan olanlar da her nasılsa coğrafyaları gereği farklı ulustan oldukları iddiasıyla komşularına saldırmaya niyetlendiler, komşuları aleyhine dış düşmanlarla işbirliği yapıp emperyalistlerin işini kolaylaştırdılar. Özbek-Kırgız karşıtlığı, Suriye-Irak; Suudi Arabistan-Yemen, Mısır-Sudan ve daha nice düşmanlık türüyle İslam alemi Türkler ve Araplar gibi büyük nüfuslu kavimler içinde de parçalandı.

Biz ihtilaf ettikçe emperyalizm büyüdü, bizim ihtilafımız emperyalizmin büyümesinin garantisine dönüştü.

İslam alemi, bu oyunu kör Batıcı idareciler nezdinde olmasa da toplumlar nezdinde ilk günden anladı, 20. yüzyılın sonlarına doğru da kendisini onun etkisinden sıyırma yolunu aradı. İslam`ın etkileyiciliği ile Müslümanlar, bu konuda kısa sürede emperyalizme bitme korkusu yaşatacak kadar başarılı oldu. Ümmet ruhu bir kez daha canlandı, Müslümanlar ortak düşmanlara duydukları kin ve birbirlerine yardım etmeye muhtaç olduklarına imanla kısa sürede birbirini kucakladı. Bir Müslüman genç, herhangi bir konuda yardım etmek üzere dünyanın öbür ucundaki Müslüman kardeşinin yanına gidebildi.

Bu kucaklayıştan ödü kopan Batı, milliyetçiliğin tükenişinin bıraktığı boşluğu mezhepçilikle doldurma yoluna gitti. Demografik olarak küçük yapıyı büyük ve ana yapıya karşı kışkırtan, çok şeytani yollarla sübvanse eden mezhepçilik operasyonu İslam alemine ağır darbeler vurduysa da Batı`nın istediği sonuçların tümünü veremedi. Batı, onunla ilgili açığı bunun üzerine bir kez daha milliyetçilikle doldurma yoluna gidiyor.

Mezhepçiliğin bitiremediği İslam kardeşliği, bugün İslam aleminin merkezinde bir kez daha milliyetçilik üzerinden vurulmaya çalışılıyor.

Milliyetçilik bir kez daha bütün toplumlar nezdinde misyoner eşeği olarak emperyalizmin bölücü, ayrıştırıcı, yıkıcı emellerine hizmet ediyor.

Şeytandan sakınır gibi ondan sakınmayanlar, soy adına verdikleri savaşın nihayetinde soylarının zayıf düşmesi ve kurumasıyla neticeleneceğini bilmek durumundalar. İslam`a inandığını ama ümmete inanmadığını iddia eden bir milliyetçilik, dünün komünist tehlike altındaki dünyasında hoş görülebilirdi. Bugün yıkımı getirecek olan o tür bir milliyetçiliktir. O da şeytan ve dostlarının oyunundan başka bir şey değildir.