ABD`nin silahları mı; Nayef`in enstitüleri mi?
ABD başkanı Trump`ın 20 Mayıs`ta Suudi Arabistan`a gerçekleşen ilk yurtdışı ziyaretinde imzalanan “ticarî” anlaşmalardaki milyar dolarları takip etmekte haberciler zorlanmışlardır. Basına yansıyan son rakam herhâlde 350 milyar dolardı.
Korkunç bir rakam… Türkiye`nin Gayri Safi Yurtiçi Hasılası(GSYH)`nın yaklaşık 800 milyar dolar olduğu bilinirse rakamın ne kadar büyük olduğu ortada.
Üstelik Başkan Trump ile Kral Salman arasında imzalanan milyar dolarlık anlaşmanın en az 110 milyar doları silah anlaşmalarını kapsıyormuş.
Suudi Arabistan, zaten dünyanın en çok silah alıcıları arasında, 2011-2014 yılları arasında Hindistan gibi kendisinin birkaç kat büyüklüğünde geniş ve sorunlu arazilere sahip, bununla birlikte Pakistan ve Çin`le problemleri bulunan bir ülkeden hemen sonra dünyanın en çok silah alan ikinci ülkesi… Neden? İzah edebilecek kimse yok.
Suudi`nin silah alımları, daha çok bir vasallığın, bir eyaletin vergi borcu ödemesini andırıyor. Zira bu silahların teslim edilip edilmediği bile meçhul. Suudi ile ABD ilişkilerinde silah alımı, sadece Suudi`nin bağımsız bir ülke olduğu görüntüsünün kurtarılması işlevini görüyor gibi. Suudi milyar dolarları ile ABD`nin silah fabrikaları işlemeye, bütçe açıkları kapanmaya, İslam dünyasına yönelik projeleri yol almaya devam ediyor.
Ancak Suudi, ABD`nin sadece silah fabrikalarını işletmiyor. Bundan daha ağır bir hizmet de veriyor ABD`ye: İslam dünyasına Selefçi fikirlerin yayılması ile tarih boyunca dünya küfrüne karşı dik durmuş ve cihad hareketlerinin çekirdeğini oluşturmuş Ehl-i Sünnet toplumunun özünden koparılıp dönüştürülmesine de olanak sunuyor. Bu, alabildiğine tehlikeli bir programdır. Program, Hanefî, Şafiî, Malikî mezheplerini tasfiye ediyor, Hanbelî mezhebini İmam Ahmed bin Hanbel`in çizgisinden uzaklaştırıyor; Ehl-i Kıble diğer toplulukları düşman sınıfına alıyor, Müslümanların dikkatini sömürgeciler üzerinden kendi aralarındaki ihtilafa çekiyor, Müslümanları iç çatışmalara mahkûm bırakıyor.
2012`de ölen ve yaşadığı dönemde dönemin kralı Abdullah bin Abdulaziz, veliahdı Prens Sultan ve bugünkü kral, eski Riyad valisi Salman ile birlikte Suudi ailesinin en etkili dört isminden biri sayılan eski İçişleri Bakanı Prens Nayef tarafından Mısır ve Ürdün istihbaratı ile birlikte bu yönde çok sayıda gizli enstitü kuruldu. Bu enstitüler, farklı tiplerde ama aynı çıkara hizmet eden kişiler yetiştirmeye ve gruplar oluşturmaya adandı. Prens Nayef öldüğünde Suudi`nin resmi radyosu onun terör karşıtı en büyük hizmetinin bu olduğunu ve tarihte bununla anılacağını anlatıyordu.
Ne yazık ki Suudî radyosunun verdiği bu sır, kimse tarafından ne araştırılıyor ne de araştırılabiliyor. ABD`de “Anti Terörizmin Prensi” diye anılan Nayef, görevi süresince Beyaz Saray ve ABD`nin istihbarat örgütleri CIA ve FBI ile sıkı bir işbirliği içinde bulundu. ABD`nin en güvendiği Suudi yetkilisi bu isim belki de İslam dünyasındaki en güvenilir ABD dostu olarak bilindi. Böyle bir ismin kurduğu enstitülerin rolünü Suudi radyosu terör gruplarının fikir dünyasını inceleyerek onları bölüp etkisizleştirecek bir program yürütmek olarak açıklamıştı. Çoğu yine Suudî`nin veya en müttefiki Birleşik Arap Emirlikleri`ndeki farklı yapıların parasıyla ayakta duran terör grupları sadece bir maskedir. Ürünlerine bakılırsa bu enstitülerin asıl rolü, tarih boyunca İslam`a yönelik bütün saldırıları bertaraf etme konusunda sabırla mücadele vermiş Ehl-i Sünnet`i dönüştürmek yönündedir.
Bu proje doğrudan el-Nayef`in değil, Bernard Lewis ve neo-oryantalist ekibin faaliyeti olarak görülmelidir. Onların bu faaliyetleri, Nayef`in enstitüleri üzerinden maskelenmeye, meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.
Buna kanıt olarak Suudi-Amerika ilişkilerinin geçmişine bakmak yeterlidir:
Suudi-Amerikan ilişkileri Suudî-İngiliz ilişkilerinden devralınmıştır. Suudilerle İngilizlerin gizemli bir tarihsel ilişkisi olduğu bilinmektedir. Ancak aralarındaki açık ilişkilere göre, devletin kurucusu “Abdülaziz bin Suud, İngiltere ile Anglo-Suudi Anlaşması`nı imzalamış; 1916`da İngiltere, Hasa ve Necid`i Suudi toprakları olarak tanımış, Suudiler de İngiltere`nin Körfez ülkeleri üzerindeki hamiliğini kabul etmiştir.” Bununla birlikte İngiltere, Suud ailesine çatışma hâlinde oldukları Raşidî ailesine ve Osmanlılara karşı silah ve mühimmat vermiş; Suudi, İngiltere`nin İslam alemindeki işlerini yürütecek bir yapı olarak ortaya çıkmıştır.
Suudiler, 1921`de İngiltere`nin desteğiyle Hail şehrindeki Raşidî ailesini yenmiş; 1925`te Hicaz`ı elinde bulunduran Şerif Hüseyin`i İhvan adı altında kurduğu Vehhabî milis güçle yine İngiltere`nin yardımı ile bertaraf etmiş, Mekke ve Medine idaresini ele geçirmiştir. Vehhabî İhvan hareketinin faaliyetleri İngiltere tarafından problem edilince Suudiler kendi kurdukları bu yapının üzerine varmış ve yine İngiltere`nin desteğiyle onu 1932`de etkisizleştirmiştir.
Kral Abdülaziz, henüz II. Dünya Savaşı vuku bulmadan bu süreçte ABD ile temasa geçmiş, 1932`de devletini resmen ilan ederken 1933`te petrol imtiyazını ABD`ye devretmiştir. Dünyaya hâkim olmak isteyen ABD için hayati öneme sahip bu devir işlemi, II. Dünya Savaşı`nın ardından İngiltere`nin etkisizleşmesi ile ABD`yi Suudi`nin mutlak hamisi konumuna kadar götürecektir. ABD, 1945`ten itibaren petrol güvenliği için Suudi`nin istikrar ve güvenliğini üzerine almıştır. ABD himayesindeki Suudi, önde gelen isimlerinin eğitimi için ABD`yi seçerken 1948`de israil`e karşı ilan edilen savaşa katkı vermeyi de reddetmiştir.
Suudi ile ABD arasındaki bu ilişki, Suudi`nin İslam dünyasındaki ulusal-sol diktatörlükleri himaye ederken onlardan kaçan alim ve önder şahsiyetleri de kabul edip sahip çıkmak gibi bir rolü üstlenmesiyle İslam alemindeki oyunların çoğunu açıklayan bir boyutta Arap Baharı`na kadar devam etmiştir. Örneğin Suudi, bir yandan Mısır`daki ulusal-solcu rejimi ekonomik açıdan beslemiş, öte yandan bu rejimden kaçan âlimleri ülkesine kabul etmiş, onlara mesleklerini sürdürme ve lüks koşullarda yaşama olanağı tanımıştır. Buna yakın bir durum Hafız Esad rejimi için de uygulanmıştır. Neticede pek çok mutedil isim, Suudi`ye sığındıktan sonra İslam âlemindeki radikal fikirleri besleyen eserler kaleme almaya başlamıştır.
Galiba Prens Nayef`in ilk büyük hizmeti bu şahsiyetlerin Suudi`ye kabulünden sonra hizaya çekilmesi ve onlara bu yönde bir üretim yaptırılmasıdır. Bu çalışmanın neticesinde İslam âlemindeki yapılar, mutedil çizgiden uzaklaşmış, itibarsızlaştırılmış, halkları ile aralarını açan fikirlere sürüklenmiş ve marjinalleşmiştir.
Nayef`in daha büyük hizmeti ise Afganistan, Çeçenistan, Somali ve Suriye gibi son dönem cephelerindeki savaşları rayından çıkarmaya ve ABD`nin politikalarına uygun dizayn etmeye yönelik fiili çalışmaları olmalıdır, bu savaşları toplumsal köklerinden koparıp ABD`nin İslam dünyasına yönelik hegemonyasına hizmet eden bir boyuta taşıyan pek çok ismin Suudi, Mısır ve Ürdün bağlantısı içinde olduğu bilinmektedir.
Kral Salman 2015`te Suudi`nin başına geçtiğinde Obama`nın Arap Baharı`na verdiği destek yüzünden araları bozulmuş görünüyordu. Suudiler, İslam dünyasında seçimlerin serbest bırakılarak halkların iradesini yönetime yansıtacak düzenlemeler yapmaktan yana değillerdi, Obama`nın karşı tutumu onları ABD ile ilişkilerini gözden geçirme noktasına kadar sürüklemişti, zira seçimlerin İslam âleminde yer edinmesi kraliyetin bitmesi anlamına geliyordu. Mısır`da Cuntacı Sisi`nin ortak proje ile işbaşına getirilmesi Suudi-Amerikan ilişkilerini farklı bir yöne çekmişse de Suudi ailesinin ABD politikalarına güveni sarsılmış görünüyordu.
Kral Salman, ABD ile sıkı ilişkileri bilinmesine rağmen idaresinin ilk döneminde bu etki altında Suudi`yi ABD`ye karşı bağımsızlaştırma yönünde adımlar atabileceği görüntüsü verdi. Ama yaşlı kral, dinlenme adı altında Türkiye`deki 15 Temmuz sürecinde bir tür işten el çektirildi, muhtemelen hizaya getirildi. Trump`ın seçimi kazanması ile ABD ile Suudi arasındaki bu süreçsel problem de son buldu.
ABD, bir süredir kendisini İslam dünyası kaynaklı tehditler altında gösteriyor. Geçmişte ABD, Suudi`yi himaye etmişken bugün Suudi, Nayef Enstitüleri sayesinde, İslam dünyasına karşı ABD`nin koruması olmuş görüntüsü veriyor.
Trump`ın devrileceği iddialarının ABD`de artık magazin programlarında bile konuşulduğu bir dönemde Kral Salman imzaladığı anlaşmalarla, ABD`nin sadece ekonomik istikrarına destek vermemiş, aynı zamanda Trump`ın ayakta kalması için de destek vermiştir.
Bu rolleri ile Suudiler bir yandan ABD`yi ayakta tutmaya çalışmakta, öte yandan Nayef Enstitüleri ile İslam dünyasını etkisizleştirmeye devam etmektedirler. Nayef Enstitülerinin İslam dünyasına bakan yüzü, silah anlaşmalarından çok daha tehlikelidir, dense yeridir.
Suudi`nin ABD`ye fikirden paraya verdiği her tür destek İslam alemindeki sorunların merkezine oturtulmazsa bugünün pek çok sorunu eksik anlaşılacaktır.