• DOLAR 32.425
  • EURO 34.677
  • ALTIN 2395
  • ...

Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi`nin Türkiye ile ilgili geçen hafta aldığı karar, Avrupa-Türkiye ilişkileri konusunda malumun ilamı gibi: Türkiye ile Avrupa arasındaki ilişkiler, neredeyse iki yüzyıldır bu boyutta kopma noktasına gelmedi.

Bugüne kadar Avrupa, Türkiye ile ilgili kararlar alır; Türkiye, ona karşı tedbir geliştirmeye çalışırdı. Bu sefer anlaşıldığı kadarıyla Türkiye, Avrupa`ya karşı kararlar alıyor, Avrupa da buna karşı müeyyide uygulama yoluna gidiyor.

Geçmişte, Avrupa, Türkiye`ye karşı temkinli davranıyor, Türkiye ile kendisinin arasına mesafe koyuyordu. Türkiye, o mesafenin en azından azaltılması için adeta yalvarıyor ve ödün üzerine ödün veriyordu. Bugün, Türkiye, kendisi ile Avrupa arasına mesafe koymak istiyor. Avrupa ise Türkiye`yi elde tutmanın yolunu arıyor. Bu çekişmeli ilişkinin geçmişi, galiba geleceği konusunda kimi ipuçları taşıyor:

Osmanlı orduları ilk kez 1349-1352 yıllarında Balkanlardaki sorunları karşısında Bizans`a yardım etmek için Süleyman Paşa`nın komutasında Gelibolu yarımadasından Avrupa`ya geçtiler, Çimpe Kalesi`ni üs edindiler.

Çimpe üssü zamanla, Osmanlı`nın Rumeli`ye açılan kapısına dönüştü, buraya 1353`te 20 bin kişilik bir orduyla yerleşen Süleyman Gelibolu Kalesi`nin ardından Tekirdağ, Bolayır, Keşan, Malkara, Çorlu ve Lüleburgaz`ı fethetti, Bizans`ın Batı devletleriyle bağlantısını kesme yoluna gitti. 1363`te yine Hıristiyanların ihtilafından yararlanılarak Edirne alındı ve başkente dönüştürüldü.

Kısa sürede bir Avrupa ülkesine evirilen Osmanlı, İstanbul`u alıp Doğu Hıristiyanlığı`nın başkentini İslam dünyasının başkenti yaptı. Osmanlı ilerleyişi, Katolik-Protestan ihtilafının desteğiyle 1629`daki Viyana kuşatmasına kadar sürdü, kuşatmasının fetihle neticelenmemesi, Avrupa`yı umutlandırdı, 1683`teki II. Viyana Kuşatması ile bu ilerleyişin durma noktasına vardığı tescillendi. 16 yıl sonraki Karlofça Anlaşması ile Osmanlı, ittifak hâlinde hareket etmeyi başaran Avrupalılar karşısında yenilgiye uğradı, fethettiği toprakların bir kısmını eski sahiplerine devretmek durumunda kaldı.

Avrupalılar bu direnişten ve sonrasındaki mücadeleden birlikte hareket ederlerse Osmanlı ile baş edebileceklerini öğrendiler. Bundan sonra Osmanlı konusunda İngiliz-Rus çekişmesinin bile ardında karşılıklı anlaşmalar hep yapıldı, Avrupalılar çekiştikleri yerde bile gerçekte ittifak hâlinde bulundular.

Osmanlı Devleti, durumunu sorguladı, ahlâki problemlerden şikâyetler söz konusu olsa da gerilemeyi teknikten yoksun olmakla açıkladı. 19. yüzyıldan itibaren Batı`nın tekniğini almak için uğraştı. Batı ise kendisine bu amaçla gönderilen gençleri devşirerek Osmanlı`nın bu girişimini kendi lehine bir siyasi mühendisliğe çevirdi. 19. yüzyılın ikinci yarısına geçildiğinde artık Osmanlı Devleti`nin idari kadroları, Osmanlı`nın Batı`ya benzemesiyle kurtulabileceğine inanan kişilerden oluşuyordu.  

Okusun, devleti kurtarsın diye Avrupa`ya gönderilen ya da gönderilenlerden etkilenen gençler, düşmana benzeyerek onun gazabından korunmayı çözüm olarak halkın önüne koydular, hatta bu çözümü dayattılar.

Osmanlı, bu güzergâhta yol aldıkça geriledi, yüzyıllar boyunca elde ettiği toprakları Batı`ya kaptırdı ama Batı tarafından şekillenen zihniyet her seferinde problemi kendisinin “tam Batılılaşmaması”nda buldu, daha çok Batılılaşmak için çaba gösterdi, bu çaba Batılıları bile şaşırtacak boyuta ulaşınca artık Misak-ı Milli Sınırları ile ifade edilen coğrafyayı bile elde tutma imkânı kalmadı.

Osmanlı`nın çöküşünü tam Batılılaşmama ile izah eden kadroların kurduğu Cumhuriyet`in ilk yıllarında Türkiye, Batı ile İslam alemi arasında Batı`ya ait ve İslam dünyasına model bir köprü olarak tasarlandı. Süreç içinde Türkiye siyasetçisi Fransız siyasetçisinin kopyası hâline gelmişken Türkiye halkı, Batı`ya benzememe konusunda kısmen de olsa direndi.

II. Dünya Savaşı`nda Batı`nın ağır bir darbe alması ve Sovyetlerin Avrupa`yı tehdit etme gücüne erişmesiyle Türkiye, Batı tarafından Sovyetlere karşı bir Batı kalesi olarak görüldü.

Türkiye, 1949`da geçen hafta aleyhinde siyasi denetim kararı alan Avrupa Konseyi`ne üye oldu. SDAM`ın Kasım ayında yayımladığı “Tam Üyelik Hedefinden Gerginlik Sürecine Türkiye-AB İlişkileri” analizinde ifade edildiği üzere Türkiye, 1959 yılında da Avrupa Ekonomik Topluluğuna ortaklık başvurusu yaptı. Ancak Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerin yoğunlaşması 1980 darbesinden sonra gerçekleşti. Bu süreçte Türkiye, dünyada kabul görmek, ekonomik problemlerinden kurtulmak ve Avrupa`nın kendisi aleyhindeki girişimlerinden korunmak için Avrupa Ekonomik Topluluğu`na üyelik talebine işlerlik kazanmak istedi. Sonradan Avrupa Birliği (AB) adını alan topluluk, bu talebi Türkiye`de “kendi değerleri” lehinde sosyal bir değişim gerçekleştirmek için kullandı. 19. yüzyıldaki elitçi siyasi mühendisliğin yerini alan bu sosyal mühendislik, Türkiye halkını Avrupa`ya yaklaştırarak Türkiye`yi Avrupa`ya entegre etme hedefi doğrultusunda fonlarla donatıldı. Neoliberal Avrupa değerleri doğrultusunda tarif edilen azınlık odaklı bu sosyal mühendislik, kadını değiştirerek toplumu değiştirmeye yöneldi, aynı anda eşcinsel hakları, içkiye yönelik kısıtlamalara karşı çıkmak gibi konuları da işledi.

Kimi çevrelerce Cumhuriyet`in sosyal hedefine ulaşması gibi de anlatılan bu sosyal değişim projesi işlerken Sovyetlerin yıkılması ile Avrupa`nın Türkiye`ye yönelik tutumu tahkir edici bir noktaya vardı. Tahkir, Avrupa Birliği`nin sosyal projelerini Cumhuriyet`in sosyal hedefine doğru yol alış çerçevesinde açıklayan çevrelerin bile tepkisine yol açtı, onlarla Avrupa arasında uyumsuzluk baş gösterdi. AB, bu taban kaybına karşı, yeni bir taban arayışına girerek, 28 Şubat sürecinden sonra kendisini Türkiye`de muhafazakâr kesimin siyaset hakkının güvencesi, bu siyaset hakkını tehdit eden darbelere karşı set olarak öne sürdü. Batı`ya her dönem uzak duran muhafazakâr kesim siyaseti, bunu memnuniyetle satın aldı ve darbelere karşı duruşuyla kamuoyunu ikna ederek Avrupa Birliği projesinin uygulayıcısı rolüne büründü.

Bu tutarsız durum, Avrupa Birliği`nin ABD ile birlikte 2009 yılından itibaren muhafazakâr siyasetin AB`nin sosyal değişim projesine alternatif, gençliği dindarlaştırıcı adımlar atması ile yerini günbegün çekişmeye bıraktı. Hükümet, AB`nin itirazları karşısında bazı geri adımlar attıysa da projenin sürdürülmesinde ısrar etti.

Söz konusu ısrar Hükümet ile Batı`nın arasını açarken FETÖ yapılanması, Batı`nın yeni müttefiki, Hükümet karşıtı bir güç olarak öne çıkıp 15 Temmuz Darbe Girişimi ile neticelenen bir isyan sürecine girdi.

Gelinen noktada Avrupa eski Avrupa olmadığı gibi Türkiye de eski Türkiye değildir. Avrupa, ekonomik ve siyasi krizlerle yüz yüze iken Türkiye istikrar içinde büyümesini sürdürüyor, kendisini geçmişe göre AB`ye muhtaç hissetmiyor. AB ise enerji hatlarının güvenliği, İslam alemindeki iç savaş dalgasının bariyerlenmesi ve büyüyen Rusya`nın frenlenmesi için Türkiye`yi içinde olmasa da yanında görmek istiyor.

Türkiye, bu isteğe AB`yi tatmin edecek bir cevap vermiyor. Aksine gün geçtikçe, Avrupa`ya benzeyerek Avrupa`nın şerrinden korunma siyaseti yerine Avrupa`dan uzaklaşarak Avrupa`nın şerrinden korunma siyasetine yöneldiğinin sinyallerini veriyor.

Türkiye, kayda değer bir süreden bu yana batıdan bağımsızlaşma projesinde ısrar ediyor, AB de geçen yıldan bunu hangi müeyyide ile durdurabileceğinin hesaplarını yapıyor.

Avrupa`da artık Alman Bismarck, İngiliz Churchill, Fransız De Gaulle gibi siyasetçiler yetişmediği gibi İngiliz Margaret Thatcher, Fransız Mitterrand, Jack Chirack, Alman Helmut Kohl gibi siyasetçiler de yetişmiyor. Yahudi vakıflarının çalışmaları ile Avrupa`da Müslüman düşmanlığına yönelen yeni bir ırkçılık dalgası var, siyaset bu ırkçı dalganın derin etkisi altındadır. Irkçıların karşısında kalan cephe ise fikri bunalım içindeki sosyal demokratlar ve Avrupa siyasetinde kayda değer bir yere sahip olan eşcinsel siyasetçilerden oluşuyor.

Irkçı siyasi cephe, geçmişte Osmanlı`nın önünü Doğu Avrupa`da açan her adımın Osmanlı`nın Avrupa hakimiyeti ile neticelendiğini hatırlatarak Türkiye`nin AB üyeliğinin Avrupa ülkelerindeki Türkiye nüfusu varlığı ile birlikte geleceğin istilasına dönüşeceğini iddia ediyor, Türkiye`ye karşı düşmanca bir tutum içinde bulunuyor. Onun karşısında yer alan cephe ise ne saygınlık uyandırıyor ne de güven veriyor.

Bütün bunlar bir yana, darbelere karşı durmayan, siyaseti darbelerden korumayan bir AB`nin Türkiye`nin muhafazakâr siyaseti için ne anlamı olabilir? 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında olduğuna dair güçlü emareler bulunan bir AB ile Türkiye`nin muhafazakâr siyaseti neden yan yana dursun? Yan yana durursa AB`nin sosyal projelerini kabullenmeyi hangi gerekçeye dayandırarak kamuoyuna izah edecek?

Bu koşullar altında, Avrupa`dan uzaklaşarak kendisini Avrupa`dan koruma siyaseti Türkiye`de karşılık buluyor, iktidar için siyasi bir avantaja dönüşüyor. Önümüzdeki dönemde bu siyasetin sürmesi kuvvetle muhtemeldir.