Başkanlık Tartışmaları
Başkanlık sistemi tartışmaları, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan`ın şahsı etrafında veya “Batı`daki örnekler” etrafında yürütülüyor. Bunun için konu ya şahsileşiyor ya da Batı taklitçiliğine katkı hizasında yürüyor.
Sorunu Cumhurbaşkanı Erdoğan etrafında tartışmaya götüren, Türkiye`de İslamî çevrenin ve klasik sağ kesimin kendisini devlet nezdinde başbakan tarafından temsil edilmiş görmesidir.
Konuyu Batı örnekliği etrafında tartışmaya götüren ise Cumhuriyet`in ilk yıllarında “çağdaşlık” diye meşrulaştırdığı Batıcılığın doruğuna çıktığına inanan, ondan sonraki her değişimi çağdaşçılıktan sapma çerçevesinde alan, bundan dolayı her tür değişime peşinen karşı çıkan katı Batıcı çevreyi ikna etme çabasıdır.
Türkiye, karizmatik padişahlık döneminin zayıfladığı Kanuni Sultan Süleyman`ın Sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa`dan bu yana Abdülhamit Dönemi gibi istisnalar dışında farklı türlerdeki başbakanlık sistemiyle yönetildi. Sadrazam veya başbakan, kimi zaman gerçek bir muktedir iken kimi zaman da kutsal devlet nizamı içinde her tür aksaklığın sorumluluğunun yükleneceği makamdaki geçici şahıs olarak düşünüldü. Sistem, Osmanlı`da veya Cumhuriyet`te bu makam üzerinden kendisini sorumluluktan kurtardı. Sadrazam veya başbakan olan, boynunu ipe hazır tuttu. Başarısızlığın gerçek sebebi kim olursa olsun, fatura başbakana çıkarıldı. İsmet İnönü bile kendisini bu yapı içinde bir tür ev hapsinde buldu.
Milliyetçi sağın kayda değer bir kesimi, sultanın veya cumhurbaşkanının şahsında devleti sorumluluktan uzak tutan bu yapıyı sevmiştir, bu yapının değişmesi durumunda devletin kutsallığının zarar göreceği endişesi taşıyor.
Dindâr ve klasik sağ kesimler, başbakanlığı 1950`den bu yana kendilerini devlet nezdinde temsil eden, Batıcılaşma sürecindeki istenmeyen uygulamalara karşı zaman zaman aktif bir rol üstlenebilen bir millet makamı olarak görüyor, bu makamın ilgası ve Cumhurbaşkanının Erdoğan niteliğinde olmaması durumunda devlet içindeki hep sarsıntılı konumlarının daha da zayıflamasından endişe duyuyor.
Batıcı kesim ise konunun olumlu ya da olumsuz taraflarına bakmadan Cumhuriyet`in sadrazamlık yerine Batı`daki “prime minister” taklidiyle getirdiği başbakanlık makamının sürdürülmesini istiyor. Konuyu mantık zemininde değil, ideolojiye sadakat zemininde ele alıyor.
Bu yaklaşımlara rağmen, Türkiye`de başbakanlık sistemi ile ilgili bir yapılanma gereksinimi duyuluyor. Başbakanlık sisteminin, ikili bir yapıya yol açtığı, hükümetin anlık değişimin yaygınlaştığı bir dünyada hızlı karar almak gittikçe önem kazanırken Meclis onayı ile Cumhurbaşkanı onayı arasında kalıp hantallaştığı, bu hantallığın içeride ve dışarıda gelişmenin önünü tıkadığı düşünülüyor.
Dünyada mevcut yapıdaki başbakanlık sistemi, daha çok II. Dünya Savaşı`nda yenilenlerin sistemi olarak görülüyor. Almanya, İtalya veya kraliyetle yönetilen Japonya… Almanya ve Japonya, başbakanlığı güçlü tutarak ikiliği en aza indirmişlerdir. Buna rağmen güçlü bir dış politika ortaya koydukları söylenemez. İtalya ise tükenme noktasında. II. Dünya Savaşı`nda aktif bir rol oynamayan ama aslında yenilenler safında yer alan İspanya`nın durumu da İtalya`nın durumundan farklı değil. I. Dünya Savaşı`nın kazananlarından İngiltere de başbakanlık sisteminde hantallık içinde görünüyor.
Öte yandan tam başkanlıkla yönetilen ABD`nin Obama gibi etkisiz bir başkan döneminde bile işleyebilen bir sistemi bulduğu düşünülüyor.
Başkanlık sistemi, ağır bir ABD baskısı altında olan Latin Amerika ülkelerini bağımsız kalma becerisinde tutarken Nijerya, Güney Afrika gibi Afrika ülkelerinde dağılmayı engelleyebildi, Sudan`da ise devleti yıkılmanın eşiğinden çevirdi.
Asya`da ise İran, Batı`yla yaşadığı krizi aşma sürecinde başbakanlığa son verdi. Rusya, Sovyetler döneminden sonra kriz sürecini zayıf başbakanlık, güçlü devlet başkanlığı formülüyle aştı.
Türkiye`de Yıldırım Akbulut ve Bin Ali Yıldırım dönemleri bir yana bırakılırsa başbakanlık ile cumhurbaşkanlığı adeta “yenişemeyen ikili” şeklinde düşünülmüş. Bu iki makamın yetkileri birbirlerini destekleyip ülkeyi güçlendirecek şekilde değil, birbirlerini durduracak şekilde belirlenmiş. Bunun için Mustafa Kemal-İsmet İnönü, Kenan Evren-Turgut Özal, Turgut Özal-Mesut Yılmaz, Turgut Yılmaz-Süleyman Demirel, Süleyman Demirel-Tansu Çiller, düşünsel açıdan uyumlu veya uyumsuz devletin başına geçen her ikilinin çatışması kaçınılmaz olmuştur. Uyumlu çalıştığı düşünülen Celal Bayar-Adnan Menderes, Abdullah Gül-Recep Tayyip Erdoğan, Recep Tayyip Erdoğan-Ahmet Davutoğlu ikililerinin bile aralarında çekiştikleri ancak bunu kamuoyundan sakladıkları düşünülüyor. Esasen böyle bir çatışma olmasa bile bu konudaki tecrübenin getirdiği önyargı çatışmanın varlığını esas alıyor, dışarıdan ve içeriden ülkeye bakanlar bu esas üzerinden hareket edince çatışma yoksa bile sistem tıkanıyor.
“Yurtta sulh, cihanda sulh” anlayışı içinde ülkenin karar mekanizmasını dışarının direktiflerine bağlayan bir yapıda güçlü cumhurbaşkanı-güçlü başkan ikili sistemi sistem için biçilmiş kaftandı. Bu yapı, küçük sorunlar konusunda denge oluştururken büyük sorunlar konusunda dış güçlere uymayı kaçınılmaz hâle getiriyordu.
Türkiye, toplumların taleplerinin karşılanmak yerine bastırıldığı ve bunun iç savaşlara yol açtığı, İslam coğrafyasında sınırların yeniden belirlenmeye kalkışıldığı ve bu yolda krizlerin, savaşların göze alındığı bir sürece cumhurbaşkanlığı-başbakanlık ikili yapısıyla girmeyi riskli buluyor. Buna karşı önünde üç yol görünüyor:
1. Rus ve Fransız modelinde olduğu gibi güçlü bir başkanlık, zayıf bir başbakanlık
2. Alman modelinde ya da Batı tipi kraliyetlerde olduğu gibi güçlü bir başbakanlık, zayıf bir devlet başkanlığı
3. Amerikan ve İran modelinde olduğu gibi başbakanlığın bulunmadığı güçlü bir başkanlık
Türkiye, birincisini pek konuşmuyor, ikincisi ise dünyadaki örnekleriyle yeteri kadar verimli bulmuyor. Geriye aslında üçüncü seçenek kalıyor. Ancak Amerikan modelinde de Senato ve Temsilciler Meclisi`nden oluşan kongrenin, hükümet çıkarma işlevi yoksa da denetimi çok güçlü… Başkanın her adımı denetleniyor hatta kimi zaman Kongre başkanın önünü tıkıyor.
Bu kriz döneminde bu model de pek rağbet görmüyor. Amerikan modelinden de daha güçlü bir başkanlıktır tasarlanan.
Ne var ki tasarlanan modelde “cumhur” başkansız kalıp “devlet” başkana kavuşuyor; toplumun temsili boşlukta kalıyor. Başbakanlık sisteminde toplum, temsil vekaletini bir hükümete bırakırken devlet başkanlığında bir şahısa bırakıyor. Farkları yok görünse de iki dönem için seçilen bir devlet başkanının toplumu dikkate alma duyarlılığı ile sınırsız seçilme hakkı bulunan ve her bakanı da seçilme endişesi taşıyan bir başbakanın toplumu dikkate alma duyarlılığı aynı olmuyor.
Devlet başkanlığının bulunduğu ülkelerde meclis, hangi yetkilere sahip olursa olsun gölgede kalıyor; yönetim, devlet başkanı ve doğrudan ona bağlı bakanların elinde kalıyor. Meclis, onların işlerini kolaylaştıran bir makam düzeyine düşüyor.
Türkiye`de sistem, saltanatı ilga yapısı üzerine oturduğundan Meclis asıl, yürütme organları vekil gibi tasarlanmıştı. Başbakan, başvekil; diğer bakanlar da vekil konumuyla hükümet Meclis`e vekaleten ülkeyi idare ederdi. I. Meclis, böyle bir konumda olsa bile ondan sonraki hiçbir meclis, orada duramadı. Celal Bayar dışında Turgut Özal`a kadar hep askerlerden seçilmesinden dolayı cumhurbaşkanları aslında “devletin başkanı”, başbakan ise “cumhurun (halkın) başkanı” konumunda kalmıştı. Turgut Özal`ın getirdiği değişim çok sürmedi, onun ardından gelen Demirel ve Ahmet Necdet Sezer bir kez daha devletin başı, başkanı oldular, başbakanlara da halkı temsil etmek kaldı. Cumhurbaşkanı, devlet kurumlarının temsilcisi olarak halkın seçtiği hükümeti devlet adına denetleme, başbakan ise halkın taleplerini devlete kabul ettirmeye çalışma konumunda durdu. Hükümet aynı anda Meclis`e ve dolayısıyla halka da hesap verince bu birkaç taraflı baskıdan ancak maharetli başbakanlar döneminde ve kısmen kurtulabildi.
Halk, devlet dairesini hep bir eksen etrafında dönme halinde bırakan bu aksak işleyişe epey alıştı. Buna tarihten gelen sadrazamlık hafızası da eklenince Türkiye`de normal koşullarda devlet başkanlığı sistemini halka kabul ettirmek hiç de kolay değil.
Bu zor mesele Erdoğan etrafında şahsileştirilerek aslında Erdoğan üzerinden hâl edilmek isteniyor.
Küresel ve bölgesel kriz sürecinde istikrarlı ve güçlü bir yönetime gereksinim duyan devlet mekanizması, bir dış engele yenilmezse eninde sonunda mevcut ikili sistemi değiştirecek gibi duruyor.