• DOLAR 34.643
  • EURO 36.626
  • ALTIN 2940.128
  • ...

Türkiye, son on yılda galiba 1923`ten bu yana hiç olmadığı kadar gündemini güneyindeki gelişmelere göre belirliyor. Filistin, ardından Arap Baharı, Suriye ve nihayet Irak… Arap İslam âleminde yaşanan her gelişme Türkiye`de konuşuluyor ya da Türkiye, bir şekilde kendisini o gelişmelerin içinde buluyor. Aynı süreçte dünyayı yöneten Batılı güçler, Türkiye`nin bu coğrafyaya duyduğu ilgiden rahatsız olduğunu, henüz doğrudan bir yaptırım sürecine geçilmemişse dahi açıkça belli ediyor.

Zihinleri meşgul eden soru basit: Türkiye ne istiyor ve Batı, bundan neden rahatsız oluyor?  Sorunun cevabı da kendisi kadar basit diyebiliriz.

Batı`nın gittikçe büyümesine hazırlıksız yakalanan Osmanlı`nın yanlışları ve Batı`nın Arap coğrafyasının stratejik değeri ve tarihî emelleri ile birlikte petrolünü keşfetmesiyle buraya yönelmesi, Osmanlı`nın bu coğrafyada zorluklar yaşamasına, Kuzey Afrika`dan peyderpey çekilirken Arabistan Yarımadası`nı ise I. Dünya Savaşı yenilgisi ile birlikte aniden terk etmesine yol açtı. 

19. yüzyıldan itibaren Arap milliyetçiliği, Batı yanlısı ve Osmanlı karşıtı gelişti, İttihat ve Terakki ile birlikte bu milliyetçilik daha sert bir Osmanlı karşıtlığına büründü ve halk arasında daha hızlı yayıldı. Buna rağmen Osmanlı, Arap İslam dünyasında kayda değer bir kitlenin hatıratında bir özlem bıraktı.

Batı, bu özlemin farkında olduğundan 1923`te kurulan Türkiye Cumhuriyeti`nin Arap İslam dünyasıyla ilişkiler geliştirmesine engel oldu. Bu engel, Cumhuriyetin kurucu kadrolarının zihin dünyasının İslam alemine kapalı olması ve Arap İslam dünyası idarecilerinin Batı ile geliştirdikleri ilişkilerle iki taraf arasında kalınca bir duvara dönüştü. 

Sovyetler Birliği karşısında hayat bulan ve gerçekte tamı tamına bir İngiliz projesi olan 1955`teki Bağdat Paktı bir kenara bırakılırsa Türkiye 1969`da kurulan İslam Konferansı Teşkilatı`na kadar İslam coğrafyasındaki neredeyse hiçbir yapının içinde yer almadı. Herhangi bir yapı içinde yer aldığında da kendisini Batı`nın İslam dünyasındaki zihnî temsilcisi, rotası şaşmaz askerî müttefiki olarak öne sürdü. Bu rolüne halel getirecek her tür adımdan kaçındı, bu rolünü pekiştirecek her adımı ise daha Batı talepte bulunmadan attı. İsrail`in kuruluşunu hemen tanıdı, Cezayir`in kuruluşuna ise Birleşmiş Milletler oturumundaki oylamada bile destek vermedi.

Türkiye, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile bu konumunu sorgulamaya başladı. FKÖ`nün seküler bir yapıya bürünmesinden de aldığı cesaretle Filistin davası üzerinden Arap İslam dünyası ile daha sıcak ilişkilere yöneldi. Ancak bu sahada bir arpa boyu yol aldığı söylenemez. israil`i kuran güçler buna izin vermiyordu. Cumhuriyetin kurucu aklını hâlâ ilk günde olduğu gibi sürdüren derin devlet kadrosu da bu ilişkinin gelişmemesi için engeller çıkarıyor, halktan ve halkın Meclis`te karşılık bulan sesinden duyulan “İslam âlemi ile dostluk” çağrılarına karşı israil`le ilişkilerini inadına güçlendiriyordu.

Batı`nın doyumsuzluğu ve israil`in büyüme hırsı uğruna geliştirdiği ilişkiler, muhtemelen daha 1980`li yıllarda devletin içindeki kimi seküler yapıları bile ürküttü ve Batı ile ilişkilerin Türkiye`nin varlığını ilgilendiren bir güvenlik boyutuna ulaştığı endişesine yol açtı. Bu süreçte Avrupa Birliği`ne katılma söz konusu olunca bu endişe de etkisiz kaldı.

Ne var ki Avrupa Birliği müzakerelerinin yavaşlığı, Necmettin Erbakan`ın hızlı D-8 girişimi ve 28 Şubat ile buluşunca Batı-Türkiye ilişkilerindeki gerçeklik bütün çıplaklığıyla açığa çıkıyordu: Batı, Türkiye`yi Avrupa Birliği`ne almıyor, onun Batı dışında arayışlara girmesine de izin vermiyordu. Bunun için Türkiye`nin iç siyasetini en zalim şekilde dizayn etmeye gidecek kadar kendi demokrasi ve insan hakları iddialarıyla da çelişerek uçlara varıyordu. Bu süreçte Avrasyacı bir ekip İttihat ve Terakki zihniyetini sürdürerek Batı`dan kestikleri umudu, sözde İslam engelini ortadan kaldırıp Rusya ve Çin`le yakınlaşma hayaline evirdi. 28 Şubat`ın başaktörü oldu. Bu ekip Türkiye`deki NATO ve israil uzantılarından bile daha çok 28 Şubatçı kesilerek bu sürecin bütün kampanyasını üstüne aldı. Kendilerince İslamî kesimlere zulmü artırarak Rusya ve Çin`in gözüne girecek, Türkiye`yi bu zulüm rüzgârıyla Batı`nın batı yakasından doğu yakasına yaklaştıracaklardı. Ama bu ekip diskalifiye edildiğinde ne Rusya onlara sahip çıktı ne de Çin. Rusya, Batı`nın güdümünde kalmıştı, Çin`in ise tarihin hiçbir aşamasında bir dünya siyaseti yoktu.

Avrasyacı ekibin yaşadığı hüsran, Türkiye`de İslam dünyası ile ilişkileri geliştirmekten yana olan İslamî kesime ve Türk-İslam sentezcilerine devletin derinliklerinden seküler bir ekip kattı.

Türkiye, içine kapanmayı ifade eden “Yurtta sulh cihanda sulh!” sözünde özetlenen; ama aslında “yurtta Batı`ya teslimiyet, cihanda Batı`ya teslimiyet” hatta hizmet anlamına gelen güvenlik politikasından “Senin güvenliğin seni etkileyen olayların yaşandığı dünyadaki herhangi bir noktaya kadardır” aktif güvenlik politikasına yöneldi.  Medeniyetler Çatışması tezinin verdiği ürküntüyle İslam dünyasındaki her gelişmeyi bu çatışma tezi etrafında değerlendirdi ve o gelişmelere kendi güvenliği açısından yaklaştı. 28 Şubat süreciyle devrilen Necmettin Erbakan`ın geliştirdiği toplumsal ilişkiler üzerinden İslam dünyasında kamu diplomasisi yoluyla kendisi için bir güç alanı oluşturdu. 

Bu güç alanı Türkiye`yi ekonomik krizlere karşı koruyacak kadar büyürken Batı`nın anlaşamadığı için kovduğu ve kovulunca soluğu Avrasyacılıkta alan ekibin yerine büyüttüğü Paralel Yapı (FETÖ), Türkiye`nin İslam dünyasında bağımsız ilişkiler geliştirmesinin önündeki engel olmaya başladı. Batı`nın kendisine verdiği bu görevi belki Batı`nın beklemediği bir sadakatle yaptı, Türkiye`nin İslam dünyasında attığı her adımı medya üzerinden teşhir ederek veya güvenlik güçleri üzerinden operasyonlar düzenleyerek sabote etti.

Batı`nın istediği açıktı: Batı, Türkiye`nin İslam âleminde “kendi çıkarı” etrafında dönecek bir siyaset geliştirmesine karşı çıkıyordu; Türkiye`den Batı`nın İslam dünyasındaki üssü olma rolünü sürdürmesini, bu role muhalif her tür girişimden uzak durmasını istiyordu. Türkiye, gerekirse İslam âleminde askeri güç olarak bile bulanabilirdi; ama bu askeri güç, Türkiye`nin çıkarı için değil, Batı`nın herhangi bir politikasını kolaylaştırmaya dönük olmalıydı.

Batı`nın bu konudaki ısrarı ve FETÖ`nün devlet içindeki gücüne duyduğu güven, Türkiye`yi 15 Temmuz darbe girişimine kadar getirdi. 15 Temmuz`dan önce Türkiye`ye gizli bir ambargo uygulamaya başlayan Almanya gibi etkin, İtalya gibi zayıf Batı ülkeleri 15 Temmuz`da ağır bir hayal kırıklığına sürüklenirken Irak hükümeti, darbenin başarıya ulaşmamasından üzüntü duyma işaretleri verip 15 Temmuz`da Türkiye ordusunun operasyonel gücünün kırıldığına dair açıklamalar yaparak kendini teselli etti.

Türkiye, 15 Temmuz şokunu atladıktan hemen sonra Fırat Kalkanı ile 15 Temmuz öncesinde yapamadığı bir operasyona başladı. İslam dünyasındaki alanını sınırlı tutan Batı`ya karşı Türkiye ile iyi ilişkilerini sürdürmek isteyen Rusya ile birlikte Amerika da bu operasyona ses çıkarmadı. Aksine 15 Temmuz`daki kırılmayı giderme çabasına dönük de olabilir, sözcüleri üzerinden destekler göründü.

Ama aynı ABD, Türkiye`nin Musul operasyonu içinde yer almasını Irak hükümeti üzerinden engelleme çabasına girdi. Türkiye, bugün bu engellemeye karşı direniyor. Bu direniş sadece hamasetle açıklanamaz. Türkiye, Irak Kürdistan`ı ve Arap İslam dünyasındaki bağları ile kendisini bu operasyona katılabilecek kadar güçlü hissediyor. Bunun İran ve Arap-İslam dünyası arasındaki ilişkiyle de ilgisi vardır.

İran, Suriye-Lübnan üslerini Irak ile buluşturup Bahreyn ve Suudi içindeki mezhepsel bağlarını Yemen`de bir devlet yapısıyla destekleyerek tarihinde hiç olmadığı kadar Mekke ve Medine`yi ele geçirebilme talebine yaklaşmış bulunuyor. İran, ABD`nin İslam dünyasında yürüttüğü büyük operasyonu da bu talebi için değerlendirince onun talebinin daha kısa sürede karşılanabileceğine dair umudu büyüyor. Belki geçen sene olduğu gibi bu yöndeki gelişmeler açıklığa kavuşuncaya kadar halkının Hac farizasını yerine getirmesi için bile girişimlerde bulunmayacaktır. Suudî derin devleti içindeki bir yapının İran hacılarına yönelik geçmiş yıllarda kaza süsü verilmiş katliamları da muhtemelen ABD`nin bölgedeki projesinin bir adımıdır ve İran, bu katliamlar üzerinden Mekke ve Medine`ye sahip olma talebini kamuoyu önünde olmasa bile kendi içinde alttan alta daha rahat izah edebiliyor, kuvvetlerini bu vesileyle daha iyi teşvik edebiliyor.

İran`ın bu girişimleri Arap İslam alemindeki geçmişte Türkiye aleyhindeki bir kesim Arap milliyetçisini, özellikle Arap İslam sentezcisi kesimi, Türkiye`ye yaklaştırıyor. 15 Temmuz`da bu kesimler, Türkiye`nin yanında dururken son dönemde israil`le ilişkisi açık olan ve muhtemelen 15 Temmuz`un bir parçası konumundaki Birleşik Arap Emirlikleri gibi diğer bir kesim de Türkiye`ye yaklaşmış bulunuyor.

Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan döneminde Avrasyacı ekibin ve milliyetçi kesimlerin bütün itirazlarına rağmen Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile sıcak ilişkiler kurdu. Bu bölgede Türkmenleri ve Sünni Arapları Bölgesel Yönetim`in alternatifi değil, güç ortağı olarak gören bir siyasete günden güne yaklaştı.

Türkiye, bu tablo karşısında 15 Temmuz`da ordusunun komuta kademesinde neredeyse yüzde elliye varan bir güç kaybına rağmen Musul sorununa müdahil olmayı Batı nezdinde zorlayacak kadar kendisini güçlü buluyor.  “Benim güvenliğim, beni ilgilendiren olayların vuku bulduğu yerden başlar” güvenlik anlayışı ile de uyumlu olarak bu operasyona kara gücüyle doğrudan katılmasa bile operasyondan sonraki süreçte etkili olmak için şartları bastırmaya devam ediyor. 

Türkiye`nin Arap İslam dünyasında geçmişe ait hatırat gücü ve son dönemde geliştirdiği kamuoyu diplomasisi, Arap İslam aleminde kayda değer bir güç olmasını sağlamış ve Batı`nın Türkiye`yi bundan sonra dilediği politikalara ikna etme kabiliyetini zayıflatmıştır. Batı, Türkiye`nin bu gücünü daha çok artıracak, Türkiye üzerindeki etkinliğini ise azaltacak her adımı engellemeyi bir strateji haline dönüştürmüş bulunuyor. İki tarafın da bu yöndeki adımları artık saklanma aşamasını geçmek üzeredir.

Bu vaziyet içinde bir taraftan Batı`nın İslamofobi ile ittiği, diğer taraftan İran`ın sıkıştırdığı bir Arap milliyetçiliği Türkiye`nin hazır olması durumunda Türkiye`ye yönelebilir. Türkiye, bu süreçte Batı`ya rağmen ve hatta Arap İslam dünyasında Batı`ya duyulan nefret yelkenleriyle beklenmedik bir çıkış yaşayabilir.