• DOLAR 34.626
  • EURO 36.622
  • ALTIN 2944.69
  • ...

“Millileşme” kavramı, “İslâmîleşme ve Müslüman halka ait değerleri benimseme” anlamında alındığında bizde “yabancılaşma”nın zıddı olarak olumlu anlamda anlaşılıyor.

Ne var ki bu kavram aynı zamanda “yerelleşme ve ulusallaşma” anlam ve tehlikesini de içinde barındırıyor.

Yakın bir döneme kadar “millileşme”, ilk anlamı ile Batı yönünde bir yabancılaşmaya karşı “İslâmîleşme ve Müslüman halka ait değerleri benimseme” yönünde işlerken bugün “yerelleşme ve ulusallaşma” anlamıyla işlemeye başladı.

Bu, kapıdan kovulan Batı hegemonyasının bacadan girmesinden başka bir şey değildir.

Post-modern çağda, eski Batı`nın tektipçiliği geride kaldı; geçmişin tek tip, ani ve açık işleyen işgal sistemi yerini seçenekli ve saklı bir yapıya bıraktı. Uluslararası sistem, amaçlarına ulaşmak için çoklu, aşamalı ve sinsi yöntemler deniyor.   

Uluslararası sistemin İslâm`a karşı mücadelede benimsediği en stratejik kural, İslâm âleminde “iri” hiçbir yapının oluşmasına izin vermemektir. Böyle bir yapı, Batı yanlısı olsa bile buna engel olmaktır. İslâm âlemindeki herhangi bir yapı, ister Batı`nın yanında ister karşısında olsun, mutlaka “ufak” olmalıdır.

Bu stratejinin geçmişten bugüne pratiğe iki yansıması vardı: 

1. Ümmetin bölünmesi

2. Geniş bir coğrafyaya yayılmış Müslüman Arap, Türk gibi Müslüman toplumlar arasında Tunus milliyetçiliği, Özbek milliyetçiliği gibi şive veya bölgelerle sınırlı milliyetçiliklerin oluşturulması.

İslâm dünyasında Miladi 20. Yüzyılın neredeyse ana akımı hâline gelen bölgesel milliyetçilik, yeni ulaşım ve iletişim çağında etkisini yitirmeyle yüz yüze kaldı. İslâmî düşünce İslâm âleminin çoğunda ona galebe çaldı.

Ama İslâmî düşüncenin yüz yüze kaldığı uluslararası meydan okuma karşısında Müslümanlar arasında yeni bir durum söz konusudur. Bu durum, milliyetçilik tehlikesini aşan İslâm dünyasında bizzat İslâmî düşüncenin millileşmesidir.

Dünün amasız, fakatsız “İslâm âlemi” diyen Müslümanları, gittikçe daha dar bir alandan söz ediyorlar. Hayal dünyalarını bile daha küçük bir alanla sınırlandırıyorlar.  “Ümmet” demek, dünün sadece laik ve milliyetçi kesimi arasında garip karışlanırken bugün İslâmî bir düşünceye sahip olanlar arasında da neredeyse garip sayılıyor, ümmetçilik bir tür ütopya olarak görülüyor. “Ümmet” diyenler realiteyi görmemekle (gerçekçi olmamakla, hayalci olmakla) itham ediliyor, türünün adeta son örneği olarak kabul ediliyor.

Müslümanlar, 20. yüzyılın sonlarında milliyetçilikle aralarına sınır koydular. Ama, 21. yüzyılın başından bu yana,

1. Pek çok milliyetçinin İslâmî bir dönüş yaparken geldiği yerden İslâmî ortama kalıntılar getirmesi

2. Ümmetten yana olmanın düşünsel anlamda yeteri kadar izah edilmemesi

3. İslâm âlemi diyen Müslümanların uluslararası sistemin kuşatmasından dolayı amaçlarını gerçekleştirememeleri

4. Uluslararası sistemin şiddetli ve sistematik propagandasının sinsice işlemesi yüzünden

Müslümanlar, “milli düşünmeye” başladılar.

Bugün, ümmet diyen gür bir ses yok. Herkes, ısrarla kendi milli coğrafyasından veya dış güçler tarafından sınırları çizilen kendi ülke coğrafyasından konuşuyor.

Konuşmanın mahiyeti milli olunca kendi ana dili dışında dil öğrenen Müslümanların sayısı her geçen gün arttığı hâlde, Müslümanlar birbirini anlamıyor, birbirlerini anlamadıkları için birbirleriyle yardımlaşamıyor, herkes uluslararası sistem karşısında kendi iriliği kadar sorunları ile baş başa kalıyor.

İslâmî düşüncenin millileşmesi, üç esastan da yanlıştır:

1. Nas açısından

2. Tarihsel deneyim açısından

3. Bugünün gerçekliği açısından

Kur`an, sünnet ve icmai ümmet, açık ve net bir şekilde Müslümanların bütünleşmesini emrediyor. Bunu esasta reddedebilecek biri varsa ya cahildir ya da şeytanın oyununa gelmiştir.

Tarihsel gerçekçilik açısından en yakın örnek, Bizans İmparatorluğu`nun yaşadıklarıdır. Bizans, Batı karşısında öz yapısıyla; İslâm karşısında ise coğrafyasının mûhkemliğiyle çok güçlüydü. Bizans`ı güç bakımından Avrupa`nın çağdaşı devletleriyle kıyaslamak bile abesti. Müslümanların dağ ve denizin buluştuğu noktalarda savaş kabiliyetinin sınırlı olması da Bizans`ı İslâm âlemi karşısında korunaklı kılıyordu.

Ama Bizans coğrafyasında ve Bizans`ın esasını oluşturan Ortodoks Hıristiyanlıkta, oldukça erken bir dönemde inanç millileşti. Millileşen inanç parçalanmaya yol açtı. Her Bizans toplumu ya da Ortodoks halkı kendisine ait bir inanç sistemiyle bağımsız bir kilise kurdu. Süryanilik, Ermenilik, Rusluk gibi kavim adları ayna zamanda mezhep/meşrep adı oldu; merkezi Ortodoks kilisesi de Rum Ortodoks kilisesi adı altında yapayalnız kaldı.  Parçalanan bir toplum, dış güçlere yenilmeye mahkûmdur. Bizans da yenildi. Siyasi anlamda Katoliklikten çok daha güçlü olan Ortodoksluk parçalanınca, bütünlüğünü Protestan parçalanma dışında koruyan Katoliklik karşısında, dünya bir yana Hıristiyan âleminin bile üçüncül, zayıf ve daha doğrusu etkisiz bir inancı haline geldi.

Bugünün gerçekliğine gelince, günümüzün iletişim ve ulaşım çağında artık bir bölge veya ülkeye kendini mahkûm etmiş bir yapıdan söz etmek mümkün değildir. Geçmişin “bölge toplumları” tarihte kaldı. Bugünden sonra her toplumun evrensel bir yanı olacaktır. Bu evrensellik içinde ümmetleşme de kaçınılmazdır. Kişi ve topluluklar ya İslâm ümmetini ya da “küresel (emperyalist) ümmet”i tercih edeceklerdir ya da bu ikisinin dışında kalan ama yine geniş bir alana yayılan bir yapıya bağlanacaklardır. Bugün hiçbir aklın eski Arnavutluk tipi uydurma yerellikten söz etme lüksü yoktur. Böyle bir akla akıl bile denmez.

Öyleyse “İslâm dünyasında düşüncenin millileşmesi neden bir tehlike olarak beliriyor?” diyeceksiniz.

Bir durumun başlangıç nedenleri vardır ve sonraki nedenleri vardır. Yukarıda ifade edilen nedenler, başlangıç nedenleri idi, sonraki nedenler arasında, onlarla da ilişkili olarak şunlar sayılabilir: 

1. İslâm âleminde selef-i salihin yolunu ihya etmenin selefiliğe evrilmesi ve bu evirilmenin sinsi bir elle neredeyse tüm İslâm âlemini etkilemesiyle her şey birbirinin zıddı şeklinde iki renk üzerinden izah edilmeye başlandı. Bu sakat izah yüzünden, yerelinin önemini bilmekle ümmeti sahiplenmek iki zıt durum olarak anlaşılıyor. Bu iki zıt arasında kalan Müslümanlar, ümmetten söz ederken yerelini önemsemeyi adeta küfür olarak gördüler. Bu durum onları İslâmî yaklaşıma aykırı olarak gerçekliklerinden kopardı, siyaset yapamaz ve amaçlarına ulaşamaz hâle getirdi.

2. İslâm âleminde Batı`dan etkilenme, Batılı eğitimin yaygınlaşması ve özümsenmesiyle kök saldı. Batı`nın psikolojisi bireysel konularda, sosyolojisi toplumsal alanda Nas`ın yerini almaya başladı. Artık sorunlarımıza Nas`tan bakacağımıza sosyolojiden bakıyoruz. Bu Batılı sosyoloji, çıkar ve amaç üzerine odaklanmıştır. Onun etkisinde kalan bizzat Müslüman kişiler, İslâmî camiaların ümmetle ilgili düşüncelerinin uluslararası sistemin kuşatması karşısında etkisiz kaldığını görünce yeni yollar arayışına giriyorlar. Bu durum Batı`nın İslâm âleminde iri yapı bırakmama stratejisiyle de buluşunca bu kişiler yerelciliğe yöneliyorlar. Bu yerelcilikte İslâm`ı tamamen bırakmaktansa İslâmî düşüncelerini millileştirme yoluna gidiyorlar. Buna gerçekçilik diyorlar, zıt yönde ifade ettikleri ümmet söylemini ise hayalcilik olarak görüyorlar.

Bu, dosdoğru yol (sıratelmüstekim) değildir. Millilik başlangıç itibariyle varlık ise de sonrasında küçük kalma ve tükenmedir.

Bu, uluslararası sistemin dilediği şekilde şekillenmektir; uluslararası sistemin post-modern işgal politikalarına hizmet etmektir.  

Edebiyatta “evrensel şiir” tarifleri arasında “kökü yerelde, dalları bütün dünyada olan şiir” tarifine de yer veriliyor.

İslâm âleminde yerelinin önemini bilen, kökü sağlam ama kolları İslâm âleminde ve bütün dünyada olan gür seslere ihtiyaç vardır. Kendi kurumlarını oluşturmuş ve elini diğer Müslümanların kurumlarına uzatmış, o Müslümanlarla birlikte ortak kurumlar oluşturmayı zorunlu gören, o kurumların liderliğine milli kotlarla oynamayan dürüst, kucaklayıcı ve sabırlı seslerdir ihtiyaç duyulan. 

Bu sesler, ilk anda adeta bütün dünyanın hedefi haline gelse de sonrasında mutlaka yol alacak ve kazançlı çıkacaktır.