Batı, İslâm dünyası hakkında ne düşünüyor?
Bilmemek, en ağır çaresizliktir. Uluslararası sistemin çekirdek yapısı, İslâm dünyası hakkında ne düşünüyor, neyi planlıyor?
Gerçekçi olmak gerekirse bu sorunun cevabını dünyadan az çok haberdar bir Müslüman bilmediği gibi Müslümanların idarecileri de araştırmacıları da bilmemektedir. Bu konuda anlatılan her şey, geçmişin ve bugünün söylemleri ile eylemlerinin yorumlanmasından ibarettir.
Müslümanlar, yüzyıllardır dünyadan koptular; dünyayı takip etme ve düzenli kayıt altına alıp analiz etme özelliklerini yitirdiler.
Bugün, İslâm dünyasında resmi, gayri resmi bütün kurumlar ancak el yordamıyla en doğru yoruma ulaşmaya çalışıyor.
İslâm dünyası, tarihte Çin içlerinden Fas ve Endülüs`ün batısına (Büyük Okyanus`a) uzandı. Yemen`den Moskova yakınlarına kadar genişledi. Tarihe yüzyıllarca hükmetti.
Asr-ı Saadet`ten sonra İslâm`ın ilk siyasi başkenti Şam`dı. İslâm, siyasi bir güç olarak Şam-Hicaz-Mısır merkezliydi. Bir kanadı Asya içlerine, diğer kanadı Endülüs`e uzanıyordu.
Emevilerin ardından İslâm`ın siyasi başkenti Bağdat oldu. İslâm, Bağdat-Hicaz-İran merkezliydi artık. İslâm`ın batı kanadı ise daha Şam`ın doğusundan başlayarak parçalandı. Önce Endülüs ayrıldı, sonra Kuzey Afrika`nın batısı ve Mısır kendi içinde ayrı birer dünya oluverdiler.
Nureddin Zengî ve Selahaddin-i Eyyübî`yle birlikte İslâm`ın merkezi Bağdat-Hicaz-İran merkezinden Şam-Mısır merkezine kaydı, Anadolu`ya doğru uzandı. Bu süreçte Endülüs, günden güne zayıfladı. Ama sonraki süreçte, Miladî 14. yüzyılın ortalarında Osmanlı`nın Anadolu`dan Trakya`ya uzanmasıyla Avrupa kapısı başka bir yerden açıldı. 15. yüzyılın ortasında, İstanbul`un fethiyle birlikte ise İslâm`ın siyasi merkezi İstanbul`a kaydı. Yavuz Sultan Selim`le beraber bu durum resmi bir nitelik kazandı. İslâm, Doğu Avrupa`da ve Karadeniz çevresinde Batı`ya doğru yolculuğunda en geniş sınırlarına ulaştı.
İslâm, Batı`da en geniş sınırlarına ulaşırken doğuda mezhebi temeller üzerine oturan bir parçalanma yaşadı. Fatimî vakasından sonra en ağır vakalardan biriyle daha karşılaştı.
Miladî 17. yüzyıldan itibaren ise İslâm siyasi coğrafik alan olarak gittikçe daraldı. I. Dünya Savaşı ile birlikte tarihinin siyasi anlamda en ağır işgalini yaşadı. Kendisini II. Dünya Savaşı`nda Batı`nın birbirini tüketmesiyle toparladı. Ancak Batı, Sovyetler Birliğinin yıkılmasıyla birlikte İslâm dünyasını yeniden bölüşme noktasına geldi.
İşgal ettiği toprakların önemli bir bölümü İslâm dünyasında olan Sovyetler Birliğinin yıkılışı, İslâm dünyasının siyasi sınırlarını aniden genişletti. Türkiye`nin hemen doğusundan başlayarak geniş bir coğrafyayı kaplayan Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan, Tacikistan birer bağımsız devlet oldular. Kafkasya`da da Çeçenistan ve çevresinde Müslümanlar, bağımsızlık hareketi başlattılar.
II. Dünya Savaşı`ndan sonra, Cezayir`in bağımsızlığıyla İslâm dünyasındaki bağımsızlık girişimlerini kendi açısından noktalayan Batı, bu durumdan ürktü. Rusya, sosyalizm sonrasında Bağımsız Devletler Topluluğu organizasyonu ile bu devletleri uluslararası sistem adına koruma altına almaya çalıştı. Rusya`nın kullandığı Kiril alfabesinden ayrılmak isteyen bu devletlerin Kur`an-ı Kerim alfabesine geçmemesi yönünde ciddi uyarılar yapıldı. Ardından buradaki sosyalizm kalıntısı yöneticiler desteklendi. Sovyetlerin ardından bağımsızlık elde eden Hıristiyan ülkelerde neredeyse tam bir kadro değişikliği yaşanırken Müslüman ülkelerde eski sosyalistler işbaşında tutuldu, düştükleri yerlerde de geri getirildi.
Bu süreçte Bağımsız Devletler Topluluğu, ayakta duramadı. Rusya karıştıkça Sovyetlerin ardından bağımsızlığına kavuşan İslâm toprakları daha bağımsız hareket ederken Kafkasya`daki İslâmî özgürlük hareketleri de güçlendi. Bu hareketlere karşı Batı, Çeçenistan merkezli olmak üzere doğrudan harekete geçti.
Tam bu kavşakta Moskova`da Vladimir Putin figürü belirdi. Putin, hem Sovyetlerin mirasına sahip çıkıyor hem Asya`da İslâm`a karşı Batı`yla ittifak kuruyor hem de Rusların geleneksel Batı karşıtlığını bir kalıp içine alarak Batı için katlanılabilir bir noktaya getiriyordu. Rusya, onun etrafında hızla toparlandı; Sovyetler sonrasında siyasi olarak bağımsız devletlere bürünen İslâm toprakları üzerindeki etkisini artırdı. Oralarda başta Özbekistan ve Tacikistan olmak üzere İslâmî hareketlere yönelik şiddetli bir mücadele başladı. Kafkasya`daki özgürlük mücadelesi de bu süreçte Çeçen önderlere yönelik peş peşe suikastlarla bitme noktasına geldi.
Putin, meşruiyetini İslâm`la mücadeleden alıyor. Türkiye ile ilişkilerinde de Batı`nın hassasiyetlerine bir ölçüde dikkat ediyordu. Batı`ya bağımlılığından kurtulmak isteyen Türkiye için de Putin`in Rusya`yı toparlaması Türk Dışişlerinde genellikle olumlu bulunuyor. Türkiye, Asya`daki etkisini Rusya`nın tepkisine yol açmadan artırmanın yollarını da arıyordu.
11 EYLÜL SONRASI İSLÂM DÜNYASI
11 Eylül 2001`de ABD`deki İkiz Kuleler saldırısından sonra İslâm dünyasını yönetenler, Batı`nın kendisiyle yeni bir hesaplaşmaya geçtiğini hissetmeye başladılar ve ona karşı tedbir arayışına girdiler. Müslümanların en büyük sermayesi bütün yıpranmışlığına rağmen ümmet bilincinin hâlâ var olmasıydı. İslâm Konferansı Teşkilatı`nın varlığı bile bunu ortaya koymaya yetiyordu. Bu teşkilat dünyada din esaslı uluslararası nitelikli tek siyasi teşkilattı.
İslâm dünyası ile ilişkileri seküler kavramlarla ifade eden Müslüman siyaset bilimciler, “kültürel etki alanı” gibi adlandırmalarla İslâm dünyasına açılımı ifade ettiler, teşvik ettiler.
Müslümanların bir araya gelmesini kendisi için daima “bitiş noktası” olarak gören Batı, bundan rahatsız oldu. Tarihte her birimizin zihninde farklı nedenlerle oluşan olumsuzlukları hatırlattı, bugüne taşıdı. Zihnimizde kuşkular oluşturuldu, güçlendirildi, önce söylemlerimize ve eylemlerimize hükmeder hale getirildi ve sonra bizi bir araya gelmekten alıkoyan şeytani bir duvara dönüştürüldü.
Kuşku, yönetilenlerin bir araya gelip yönetenleri devirmesi için girişimde bulunmasını engelleyen en etkili güçtür. Bir araya gelecekleri birbirinden kuşkulandıran zayıf bir yapı, yüzyıllarca varlığını sürdürebilir.
Zulme uğrayanlar, bir araya gelmedikçe zalimi deviremez. Zulme uğrayanlar, kuşkularından kurtulmadıkça da bir araya gelemez.
Önce “Amerikancı Sünnicilik” diye bir safsata çıkarıldı. Bunu öne sürenler, Sünni İslâm dünyasının “Ilımlı İslâm/Amerikancı İslâm Hareketi” olarak Amerika ile ittifak halinde yeni bir İslâm dünyası oluşturacağını ve Amerika`nın İran`ı değiştirme hedefine hizmet edeceğini iddia ediyorlar. Türkiye, Mısır, Sudan… Nerede bir kıpırdanma olursa bu hedefe yorumluyorlar, Müslümanları buluşturma yönündeki çabaların etrafında bir kuşku uyandırıyorlar. İran`ı da buralardaki kıpırdamalara karşı teyakkuza geçiriyorlardı.
Neredeyse bununla eş zamanlı olarak “Şii Hilali” gündeme geldi. İran`ın Irak, Suriye, Körfez Ülkeleri ve Yemen`i kapsayan bir Şii imparatorluk peşinde olduğu belirtildi.
Yine aynı dönemde Türkiye`nin Suriye, Lübnan ve Ürdün`le birlikte bir gümrük birliği oluşturma girişimleri laik çevrelerde “eksen kayması”, İran ve Arap milliyetçileri arasında ise Neo-Osmanlıcılık diye ifade edildi.
Süreç devam ederken Ürdün kralı, Türkiye`ye gelip Mustafa Kemal`in Anıtkabir`inde gözyaşı döktü; laikliğe olan bağlılığını dile getirdi. Beşar Esed de, sanırım Ali Birand`a verdiği demeçte laikliğin bölge için önemine değindi. Libya başta olmak üzere Arap İslâm ülkelerinde Osmanlı karşıtı sesler duyuruldu. Mısır`daki General Sisi darbesi ile ise Türkiye`nin güneyi ile bağı neredeyse kopma noktasına getirildi.
“Rüşvet soruşturması” olarak duyurulan 17-25 Aralık sürecinin en önemli savcısının Birleşik Arap Emirlikleri`ne gidip geldiğine dair belgeler ortaya çıktı. Bu küçücük devlet Mısır`da Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi`ye yönelik darbede de aktif bir rol oynamıştı. Türkiye, Mısır`daki darbeye karşı direnirken kendisine yönelik darbe girişimleri ile uğraşır durumda kaldı, dış politikada adeta kilitlendi.
7 Haziran 2015 seçimleri yaklaşırken Ak Parti yönetiminden uzaklaşmış isimlerin de içinde bulunduğu güçlü bir lobi, Türkiye`yi dış siyasetini gözden geçirmeye çağırdı. Süreç içinde İran, Batı ile ilişkilerini nükleer enerji görüşmeleri üzerinden düzeltme yoluna gitti.
Galiba son otuz yılın satrancında şah mat oldu ve İslâm dünyası siyasi anlamda yeni bir sürece girdi.
İSLÂM DÜNYASININ SON DURUMU
Bugüne gelindiğinde ortada ne Amerikancı Sunnicilik ne de Neo Osmanlı ne bağımsız bir Şii Hilali konuşuluyor.
İster Türkiye`nin İslâm âlemine açılışını ifade etmek için kullanılan Neo Osmanlıcılık ister İran`ın gücünü artırma isteği için söylenen Şii Hilali olsun, Batı`nın İslâm dünyasında istemediği tek bir şey vardır: İslâm dünyasının herhangi bir projeyi Batı`ya bağımlı olmadan yürütmesi.
Hangi niyetle olursa olsun ve Batı`nın hangi çıkarına hizmet edecekse etsin, Batı, İslâm dünyasında kendisinden bağımsız her tür girişimi kendisine karşı isyan olarak görüyor ve pragmatist bir tutumla o projeleri kontrol altına almaya çalışıyor.
Batı`nın İslâm dünyasındaki en büyük stratejisi, Müslümanların bir araya gelmesini engellemektir. Batı, bu engellemeyi yapabilmek için İslâm dünyasında kendi kontrolü dışında hiçbir kıpırdamanın gerçekleşmesini istememekte. Müslümanların kutuplar halinde bile olsa geniş bütünler oluşturacak şekilde bir arada olmasını engellemeye çalışmaktadır.
Geçmişte, bölgesel milliyetçilik (Suriye milliyetçiliği, Mısır, Irak milliyetçiliği) bunun için üretildi. Bugün bu milliyetçilik hâlâ yaşatılırken buna bir de mikro etnik milliyetçilik ekleniyor.
Geldiğimiz noktada, üç dört yıl önce ortaya atılan pek çok söylemin safsata olduğu ortaya çıktı. İslâm ülkeleri, Suriye sorununu merkeze alarak birbirlerinden bağımsız, hatta birbirlerine karşı ve Batı`yla bağ içinde yeni cepheleşmelere gidiyorlar.
Bu hususta Avrupa, Batı olduğu gibi, Rusya da Batı`nın ta kendisidir. Öyle görünüyor ki Batı, Rusya`yı ve onun Suriye`de kurduğu ittifakı kullanarak Türkiye`yi kendi eksenine çekme oyunu oynamakta ve bunda epey de yol almaktadır.
Gizli mahfillerde ne dönüyor? Bugün bunu bilecek hiçbir Müslüman yoktur. Müslümanlar, bütün unsurları ile Batı`nın çekirdek yapısından habersizdir. Ama Batı`nın söylem ve eylemleri böyle bir tespiti haklı kılmaktadır. Bugünkü iletişim dünyası bize çekirdek yapıların mahfillerde konuştuklarına götürmese de bize en azından durumu yorumlayabilme imkânı vermektedir.
Batı`nın son oyunları ile birkaç yıl önce konuşulan İslâm dünyasındaki Batı`dan bağımsız çabalar, tarihe karışmış gibi görünmektedir.
Ama Rusya üzerinden sağlanan bu cepheleşmeyle varılan bu nokta İslâm dünyası diri oldukça geçicidir. Rusya ittifakı üzerinden İslâm dünyasını bağımsız hareket etme girişimlerinden alıkoyanlar, tarihteki bu tür girişimlerinin daima kendi yıkımları ile neticelendiğini bir gün mutlaka öğreneceklerdir.
Ümmet, bir hayal değildir. Ana çizgi dışındakiler hangi girişimde bulunursa bulunsun eninde sonunda, İslâm dünyası kendi tarihi ana yapısı içinde ihya olacak, ayağa kalkacak ve insanlığa bir daha hükmedecektir.
Hiçbir oyun, hiçbir hile, hiçbir ittifak İslâm dünyasını bu yolculuğundan alıkoyamayacaktır.