Solun Kadın düşmanlığı
Amerika, son yıllarda İslâm`a karşı savaş politikaları kapsamında solcuların önemli bir rol aldıkları yeni bir örgütlenmeye gitti. Bu örgütlenmede varlıklarını daha anlamlı hale getirmek isteyen sosyalist yapılar, birkaç yıl öncesine kadar yoksul kadını, köy kızlarını sosyalizm üzerinden kapitalizme kazandırma yoluna giderken Lenin`in dine karşı aşamalı mücadele tarzını da ihlal ederek doğrudan Müslüman kadına yönelik hakaretlere başladılar.
Sovyet Rusya`nın yıkılmasından bu yana kişilerin eylemleri ile ideolojileri arasındaki bağ haberlerde saklanmaya başlandı. Düşmanlığın ideoloji merkezli olmaktan çıkarılıp medeniyet merkezli tasarlanmasından bu yana, olumsuz eylemde bulunan sadece Müslümansa onun dinine değinilmekle yetiniliyor. Kişinin diğer din ve ideoloji bağlarına yer verilmiyor.
Batı basını dünyada her gün herhangi bir gerekçeyle bir Müslümanı gündemine taşıyıp olumsuz eylemlerle ilişkilendiriyor. İslâm`ın ve Müslümanların dünya için bir sorun teşkil ettiğine dair bir izlenim oluşturuyor.
Oysa dünyada her gün birileri, İslâm aleyhinde uç bir etkinlikte bulunuyor. Bunlardan Amerika`da yaşayanlar ve Avrupa`da daha çok camileri yakmak gibi fiili bir saldırı içinde olanlar aşırı Hıristiyan veya milliyetçidirler. Özellikle Avrupa`da karikatür dergileri gibi kültürel araçlar üzerinden İslâm`a saldıranlar ise genellikle sosyalisttir.
İslâm`a saldıranlar, aşırı Hıristiyan ve Neo Nazi gibi aşırı milliyetçiler olduğunda haberi verenler, onların bu niteliğini ifşa ederken sosyalist olduklarında bunu saklıyor ve sosyalistleri Batı`nın fikir özgürlüğü emekçileri gibi tanıtıyor. Bu tutum, basının kendisinden kaynaklanan bir eğilimin neticesi değildir. Dünyanın hiçbir yerinde küçük gazete ve dergiler dışında basının kendi başına bir kimliği yoktur. Basın, bir kimliğin dış yüzünden ibarettir. Temsil ettiği gücün talep ve eğilimlerini yansıtır.
Batı basını da İslâm karşıtı sosyalistlerin eylemlerindeki sosyalist yanı saklayıp onları Batı medeniyeti adına etkinlik içinde bulunan kişiler diye tanıtırken temsil ettiği Batı medeniyetinin kurumlarının bir kararını yansıtmaktadır.
Sosyalistler, Sovyetlerin çökmesinden bu yana her gün biraz daha kapitalist güçlerle kaynaşıyor. İslâm karşıtı faşist kişi ve kurumlar adına paralı kültür militanlığı yapıyor. Çoğu büyük bankaların, bilinen kapitalist şirketlerin kültür-sanat birimlerinden beslenen ve onların imkânları ile eserlerini sergileyenler, bütün eylemci yeteneklerini İslâm`a kültürel bir eylem yapmaya harcıyor. Bu para karşılığı eylemleri için en dikkat çekici malzeme olarak ise kadını buluyorlar.
SOVYETLER DÖNEMİ SOSYALİZM VE KADIN
Sosyalizm, 19. yüzyılda Fransa gibi ülkelerde ilkin sadece ekonomik problemler konusunda gündeme gelse de zamanla yaşamın her alanına el uzattı. Zihniyet olarak sınıfçıydı. İnsanı mülk ve cinsiyet bağlamında sınıflara ayırdı. Mülkle ilişki konusunda yoksul kesimi, cinsiyet alanında ise kadınları kendisi için hedef seçti. Taleplerini onlar üzerinden gündeme getirdi.
Sosyalist önderler, insanlık tarihinin ancak Nemrut, Firavun gibi zorbalarıyla karşılaştırılabilecek kadar despot bir kimliğe sahiptiler. Çoğu merhametsiz büyüyüp hepsi eline yetki geçer geçmez merhamete karşı savaş açan bu önderlerin kadına bir anne gibi yaklaşması beklenemezdi.
Sosyalizm, daha ilk günden kadına bir insan ve bir anne olarak değil, devrim için bir araç olarak yaklaştı. Devrim için bir ortam oluşturmak, bu ortamı hızlandırmak ve devrime ulaşmak için kadını bir nesne gibi kullanma yoluna gitti. Devrim aşamasında anneliği kadının zihninden çıkardı, kadını askeri bir unsura dönüştürerek militanlaştırdı. Devrimden sonra ise yönetim bazında kadını ikinci plana attı. Hiçbir kadın, sosyalist ülkelerde başkan veya başbakan olamadı. Sosyalist politbüro üyelerinin tamamına yakını erkekti. Kadınla iktidara gelen sosyalistler, kadına anneliği de yasakladı. Zorunlu olarak çalışma yaşamına itilen kadın, hem koşulları yüzünden hem ağır aile planlaması politikalarından dolayı anne olamadı, bir erkek yaşlanıp ömrünün son yıllarını yaşlı yurtlarında yaşamaya mahkûm oldu.
Karl Marks, hiçbir zaman kadın problemi diye bir problem tanımadı. Onun için kadın, bir ideoloji uğruna çalıştırılacak bir araçtı: “Kadınlar, kız kardeşlerim, hazırlanan savaşta uyuşuk kalmayın, çünkü kazanan en fazla seven olacaktır! Kız kardeşlerim, vücudu satılıp kalbi boğulan kişiler olmayın artık. Olmazsa benim gibi yapın, protesto edin ve ölün!” diyor, onları cepheye sürmenin yolunu arıyordu.
Onun düşünceleri doğrultusunda Sovyet devrimini gerçekleştiren Lenin de “Kadın İşçilerin 1. Bütün Rusya Kongresi`ndeki konuşmasında “Emekçi kadınların büyük bir bölümü, önemli ölçüde katılmadıkça, sosyalist devrim olamaz.
Bütün uygar ülkelerde, hatta en ileri olanlarda bile, kadınlar öyle bir konumdalar ki, onlara boşuna ev kölesi denmiyor. Hiçbir kapitalist devlet, en özgür cumhuriyetler bile, kadınlara tam eşitliği tanımıyor.
Sovyet Cumhuriyeti`nin görevi, ilk planda kadın haklarındaki bütün sınırlamaların kaldırılmasıdır.” diyor. Ve ardından “Sovyet hükümeti, burjuva rezilliğinin, burjuva baskısının ve aşağılamanın bir kaynağını -boşanma işlemlerini- tamamen ortadan kaldırmıştır.
Tam boşanma özgürlüğünün yasallaşması, yakında bir yılını dolduracak. Meşru ve gayrimeşru çocuklar arasındaki bütün farkı kaldıran ve bir dizi politik sınırlamayı kaldıran bir kararname çıkardık. Dünyanın başka hiçbir yerinde işçi kadınlara eşitlik ve özgürlük böyle tam olarak tanınmamıştır.
Eski yasaların en ağır yükünü işçi kadınların taşımak zorunda kaldıklarını biliyoruz.
Tarihte ilk kez bizim yasamız, kadınların haklarını elinden alan her şeyi ortadan kaldırmıştır. Ama sorun yalnızca yasa sorunu değildir. Kentlerde ve sanayi bölgelerinde tam evlilik özgürlüğünün iyi yerleştiğini görüyoruz; ama kırlarda bu özgürlük sık, çok sık olarak yalnızca kağıt üzerinde kalmaktadır. Oralarda dini evlilik hala hâkimdir. Bu, papazların etkisinden kaynaklanmaktadır. Bu kötülüğe karşı savaşmak, eski yasalarla savaşmaktan daha zordur.
Dini önyargılarla savaşırken son derece dikkatli olmalıyız; bu mücadelede dini duyguları incitenler çok zararlı olurlar. Mücadele, propaganda ve eğitim yoluyla yürütülmelidir.” sözleriyle aile bağı gevşetilmiş, üzerindeki dinî koruma kaldırılmış, böylece devrimci sosyalistler için çalışan bir nesneye dönüştürülmüş bir kadın tipinin işaretlerini veriyordu.
Sovyet rejimi ve diğer sosyalist yapılanmalar, kadın için Lenin`in tarif ettiği bu programı uyguladı:
1. Kadın, aileye karşı isyan ettirildi. Bu isyanın sosyalistlerin dilediği yönde başarıya ulaşması için boşanma kolaylaştırıldı, evlilik dışı çocuk peydahlamak meşrulaştırıldı. Kadın, bir kocanın hanımı ve bir ailenin saygın ferdi olmaktan çıkarıldı.
2. Kadın, sosyalist devrimcilerin büro ve çiftliklerinde karın tokluğuna çalışan bir makineye dönüştürüldü.
Sosyalist ülke kadını hiçbir zaman bir anne kadın olmadı. Hep işçi kadın olarak kaldı. Sosyalizmde kadın, en mağdur kitleyi oluşturdu. Gençken işçi, yaşlı iken ise kendisine hizmet edecek çocuk ve torunlarından yoksun bir kimsesiz olarak yaşlı yurtlarına atıldı. Kadının hiçbir saygınlığı kalmadı. Kadın, çürüyen bir eşya muamelesi gördü.
Bir de muhalif kadın olmak ya da muhaliflerin kadını olmak... Sosyalistler, muhalif kadınlara ya da muhaliflerin kadınlarına hiçbir zaman saygı duymadılar, aksine onları en ağır işkence süreçlerine tabi tuttular.
Stalin, Ağustos 1937`de binlerce kişiyi Kazakistan`da kurulan kamplara sürgün etti. Ama bir de onların geride bıraktıkları kadınlar vardı. “Stalin onları da unutmadı. Vatan hainliği ile suçlanan bu kişilerin eşleri, anneleri, kız kardeşleri ve kızları için de bir kamp kurdu. Onlar da Akmola yakınlarında kurulan ALJİR`e getirildi. Kazakistan`ın kuzeyinde yer alan ve büyük bölümü steplerle kaplı olan bu bölgenin adı, 1994`te Astana olarak değiştirilmişti. Kamp adını Rusça “Akmolinskova Lagirya Jön İzmennikov Rodini (Akmola Vatan Hainleri Eşlerinin Kampı)” isminin ilk harflerinden alıyor. 30 bin dönüm üzerine kurulan bu hapishanede, genelde 3 yıldan 8 yıla kadar mahkûm olan kadınlar bulunuyordu. Saçları tıraş edilen kadınlar gündüzleri tarlada, inşaat işlerinde, hayvan bakıcılığında çalıştırılıyor; geceleri ise hücrede asker elbisesi dikerek günlerini geçiriyorlardı. Duvarları saman kerpicinden, üstü ise kamışla örtülmüş barakalarda kalıyorlardı. Sıcaklık ortalama eksi 8 dereceydi ve her barakada 200-300 arasında kadın mahkûm oluyordu. (Emirleri dinlemeyen kadınlar) uzun ayaklı sandalyelere ayakları yere değmeyecek şekilde oturtulan ve 10-12 saat hareketsiz bırakılan kadınların ayak damarları çatlıyordu. Bu, dayanılması güç acılara sebep oluyordu. Günlük yemek ihtiyaçlarının karşılığı olarak devlete çalışma zorunluluğu olan kadın mahkûmlar günde 40 bağ kamış toplama mecburiyetindeydi. Bunu yapmayanlara iki yıl ailesine mektup yazma yasağı veriliyordu.”
SOVYET SONRASI SOSYALİZM VE KADIN
Sovyet sonrası ideolojik bunalım yaşayan sosyalistlerin kadın karşıtı eylemleri, Sovyet döneminde yaptıklarından daha onur kırıcıdır.
Sosyalizmin sermayesine göz diken kapitalist güçler, bir zamanlar zorba kralların din adamlarını satın alıp onların üzerinden halkları esir etmeleri gibi sosyalist aydınları satın aldılar. Onları bankaların veya şirketlerin kültür-sanat birimlerine bağlayıp onlar üzerinden emellerine ulaşma yoluna gittiler.
Kapitalist güçlerin, sosyalistlerle ilgili en önemli tespitlerinden biri, onların kadını sosyalist ideoloji üzerinden etkileme becerileriydi. Gelenek ve dine karşı açık bir savaşı göze alamayan kapitalizm, hiçbir zaman o beceriyi bulamamış; dindar ailelerle birlikte geleneğin etkisi altındaki kırsal kesimin kadınını da kapitalist sahaya çekememişti.
Geçmişte “sol militan” kimlikle kapitalizme karşı duranlar, Sovyet sonrasında “solcu aydın” kimliğiyle kapitalist yapıların paralı askeri (lejyonu, kültür militanı) oldular. “Sosyalizm ölmez” diyerek kapitalizm için çekiç sallayıp orak kullandılar. Kadını evinden koparmak için kalem oynattılar, resim, karikatür çizdiler. Evinden koparılan kadını bir işçi olarak kapitalist üretime, bir tüketici olarak kapitalist pazara, bir süs olarak kapitalist eğlenceye katmak için para babalarından ücret aldılar. Köy kasaba gençlerini, kenar mahalle kadınını kendilerine inandırıp sosyalistleşerek özgürleşme adına kapitalizmin, insanın bütün değerlerini öğüten çarkları arasına attılar.
SOSYALİSTLERİN SON ROLÜ VE KADIN
Başını kapitalizmin temsilcisi ve askeri yapılanması Amerika Birleşik Devletlerinin çektiği uluslararası güçler, Sovyetlerin çöküşünden sonra Batı içi çekişmenin bitmesinden kaynaklanan bir rahatlıkla İslâm`a karşı savaş ilan ettiler. Bu savaşa kayda değer yatırımlar yapan bu güçler, eski sosyalizm kalıntılarını da uygun bir ifadeyle bir tür paralı asker niteliğinde komutaları altına aldılar. Dine karşı savaşma eğilim ve alışkanlığına eskiden beri sahip olan sosyalist aydınların bu yönlerini onları paraya boğma ve “aydın” olarak tanıyıp ödüllendirme karşılığında İslâm`a karşı mücadeleye kanalize ettiler. Dün, kapitalizme karşı mücadele eden sosyalist yapılar, bugün kapitalizmin kültür sanat alanında savaştırılmak üzere çalıştırdığı birer paralı asker (satılmış adam) kimliğine büründüler.
Amerika, son yıllarda İslâm`a karşı savaş politikaları kapsamında solcuların önemli bir rol aldıkları yeni bir örgütlenmeye gitti. Bu örgütlenmede varlıklarını daha anlamlı ve dolayısıyla daha çok para getirir hale getirmek isteyen sosyalist yapılar, birkaç yıl öncesine kadar yoksul kadını, köy kızlarını sosyalizm üzerinden kapitalizme kazandırma yoluna giderken Lenin`in dine karşı aşamalı mücadele tarzını da ihlal ederek doğrudan Müslüman kadına yönelik hakaretlere başladılar.
Birkaç ay önce, Türkiye`nin girdiği seçim sürecinde medyayı elinde bulunduran kapitalist güçlerin desteğini almak için Cizre`de Müslüman kadına yönelik yapılan hakaret de geçen hafta İstanbul`da bir fuarda yapılan hakaret de bu örgütlenmenin, bu satılmışlığın, bu lejyonerliğin ürünüdür. Bu sözde aydınlar, ideolojilerini bir zamanlar, dinlerini satan rahipler gibi para kazanmak için kullanıyorlar, uluslararası güçlerin gözüne girmek için her tür şarlatanlığı yapmaktan kaçınmıyorlar.SW