• DOLAR 34.676
  • EURO 36.645
  • ALTIN 2927.578
  • ...

Kendileri nasıl düşünürse düşünsün, dış güçler ve onların uzantıları, dindar kesimlerin Türkiye`de son yıllarda kazanımlar elde ettiğini düşünüyor, bu kazanımların sürekliliğe ulaşıp kurumsallaşmasına karşı tedbirde geç kalındığı korkusunu yaşıyor. Bu seçimlerde sürekliliği engelleyerek ya da aksatarak, bu kazanımların süreklilik içinde kurumsallaşmasının önüne geçmeye çalışıyor

İslam âleminde kurum ve kurumsallaşma problemi vardır. Müslümanlar, yeteri kadar kurum sahibi olmadıkları gibi bu kurumların kurumsallaşması da istenen düzeyde değildir. Yakın bir döneme kadar sembolik de olsa faaliyetleri duyulan İslam Konferansı Teşkilatı, İslam Kalkınma Bankası,  İslam İşbirliği Teşkilatı Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi gibi kurumlardan da artık hiç ses çıkmıyor. İnsan, bu kurumların varlığından bile kuşku duyuyor. Bu etkisizliğin kendiliğinden oluştuğu söylenemez.

Resulullah (S.A.V.) Mekke`nin baskısından uzaklaşır uzaklaşmaz daha Medine`nin merkezine varmadan İslam`ın ilk kurumu Kuba Mescidi`ni inşa etti. Medine`ye vardıktan sonra da daha kendisi için kalacak bir yer yapmadan Mescid-i Nebevî`nin temelini attı.

Kurumlar, gereksinimlere göre yapılır. Mescid-i Nebevî, küçük ve bir merkez etrafında kümelenmiş İslam toplumunun bütün gereksinimlerini karşılıyordu. Mescid, bir an için meclis, bir an için adliye, bir an için hastane, başka bir an için askeri karargâh oluveriyordu.

Resulullah`ın (S.A.V.) Mescid-i Nebevî dışında bir kurum inşa etmemesi, mescid dışındaki kurumların gayr-ı meşru olmasından değil, mescidin o gün için bütün ihtiyaçları karşılayabilmesindendi.

Nitekim Hz. Ömer (ra), İslam toplumunun büyümesiyle başka kurumlara gereksinim duyulduğunda bu kurumları bir bir oluşturdu. O dönemde ashabın çoğu hayatta ve Medine`de ikamet etmekteydi. Hz. Ebuzer gibi, sözünü sakınmadan söyleyenler de dâhil, hiçbir sahabi “Ey Ömer, sen Resulullah`ın (S.A.V.) inşa etmediği bir kurum mu inşa ediyorsun?” deyip onun uygulamalarına karşı çıkmadı. Aksine görev verilen her sahabi, sadece yüce Allah`tan sevap umut ederek bu kurumlarda görev aldı.

Etnik kökeni, Arap, Türk, Fars, Kürt ne olursa olsun Bedevî`nin dünyası dar, aklı değişim karşıtlığında insanı hayrette bırakacak kadar çeviktir. Asr-ı Saadet`te İslam`la medeni topluma katılmak istenen Bedevîler zamanla Hariciliğe meylettiler; Bedevîliği Haricilik üzerinden ideolojik bir kılıfa büründürerek bütün kurumsal çabaların önüne dikildiler.

Daha Asr-ı Saadet`in sonuna doğru, Resulullah`ın (S.A.V.) zamanında İslam toplumunun küçük ve merkezi bir yapıda olmasından dolayı gereksinim duyulmayan her kurumun inşası, “bid`at” kavramı etrafında tartışmaya açıldı. Bedevî, değişimden duyduğu korkuyu bu kavram etrafında meşrulaştırarak engellemenin yolunu aradı. Onların etnik alt yapısını oluşturduğu Haricilik, Müslümanların kurumsallaşmasının önünde önemli bir engele dönüştü.

KURUM VE KURUMSALLAŞMA FARKI

Kurum sahibi olmakla kurumsallaşmak farklıdır. Kurumsallaşmak için kurum sahibi olmak zorunludur. Ancak kurum sahibi olmak, kurumsallaşmak anlamına gelmez. Kurum, kurumsallaşmanın sadece birinci basamağıdır. Kurumsuz kurumsallaşma olmaz. Ama kurumsallaşmamış kurumlar bulunabilir.

İslam toplumu kurum üretimi konusunda kısa bir sürede büyük bir gelişme sağladı. İslam ordularının ayağının bastığı her yerde şehirler vücut buldu, o şehirler kurumlarla donatıldı. Küfe, Basra, Bağdat gibi şehirler İslam orduları tarafından kuruldu; Diyarbakır, Şam gibi şehirler İslam`la büyüdü ve ilim merkezi hâline geldi. Bu şehirlerde insanın ihtiyaçlarının çeşitliliği oranında kurumlar oluşturuldu. Ama Müslümanlar, bu kurum oluşturma başarısını kurumsallaşmada sağlayamadı.

Müslümanlar, oldukça erken bir dönemde yarı dünyevi (hatta belki zihniyet olarak tam dünyevi) iktidarların eline düştü. Bu dünyevî iktidarların oluşturucusu ordu, hayat damarı ise maliyeydi. 

İslam dünyasında hemen hemen her noktada ordu ve maliye, merkezî bir teşkilata da sahip olarak kurumsallaştı. Toprak düzeni ve ticaret sıkı kurallara bağlandı. Vergiler, alabildiğine sert bir disiplinle toplandı. Toprak geliri ve vergi ile ayakta duran ordular hep sıkı bir düzen içinde oldu. Bunun için İslam âlemine hiçbir zaman Batı`nın o yüzyıllarda yaşadığı yoksulluk uğramadı. Müslümanlar hep müreffeh oldu. İslam orduları da neredeyse hiçbir savaşta tükenme ile ifade edilebilecek bir yenilgi tatmadı. Aksine küçücük İslam orduları, kendisinden katlarca büyük orduları yendi. O orduların koruduğu ülkeleri şoke edici bir hızla fethetti.

Kurumsallaşmanın birinci koşulu, bir hiyerarşi içinde işleyen kurumların varlığı ise ikinci koşulu sürekliliktir. Süreklilik olmadan gerçek bir kurumsallaşmadan söz edilemez. Daha geniş anlamdaki bir kurumsallaşma ise sürekliliğin yanında farklı alanlarda faaliyet gösteren kurumlar arasında ahenkli bir işbirliğinin bulunmasıdır.

Dünyevî iktidarlar, İslam âleminde medrese, hastane, aşevi, kervansaray gibi kurumlar inşa ettiler. Ama

1. Bu kurumları ortak bir yönetime bağlamadılar. Bunların içyapısında bir hiyerarşi oluşturmadılar ve bunlar arasında ahenkli bir işbirliğinin oluşması için merkezî bir idare meydana getirmediler.

2. İslam dünyasında Emevî başkaldırısı ve Haricî isyanları ile birlikte başlayan isyan geleneği sürekliliğin önüne geçti.

Her vezir ve hatta her padişah kendisini bağımsız bir âlem gibi gördü. Uzun ömürlü devletler kurulsa da vezirlik hatta padişahlığın ömrü çok kısa oldu. Bazen yirmi yılda üç dört padişah, otuz kırk vezir değişti. Onlardan her biri medrese, hastane gibi kurumlar inşa etti. Ancak İslam âleminin belki hiçbir yerinde “Medreseler Vezareti” veya “Hastaneler Vezareti” diye merkezi bir kurum görülmedi. Osmanlı`nın İstanbul`la sınırlı bazı yapılanmaları dışında İslam âleminde her medrese kendi başına bir dünya idi. O medrese, ülkenin diğer medreseleri bir yana, aynı şehirdeki yanı başında bulunan başka bir medreseden dahi habersiz yol aldı. Medreselerin banisi (inşa edeni) öldüğünde, sürüldüğünde veya görevden alındığında medrese sahipsiz kaldı, verimsizleşti.

Ortak planlamayı, dengeli dağılımı, imkân paylaşımını, durum tespitini ve ona uygun önlem almayı engelleyen bu yapı, İslam dünyasında sorunların temelini oluşturdu. Bir yerde Müslümanların yetenekleri ve imkânları israf oldu, diğer yerde Müslümanlar yetenek ve imkânlardan mahrum kaldı.

Öte yandan Müslümanlar arasında “erken doyum” denebilecek bir alışkanlıkla idarelerin çabuk yıpratılması, idarelerin günlük hatalarının sürekliliklerinin engellenmesi için delil yapılması, insanı kahreden bir istikrarsızlığa yol açtı. Bu istikrarsızlık İslam âleminin dikiş tutmasını engelledi.

MODERN DÖNEMDE KURUMSALLAŞMA KARŞITLIĞI

Bir toplumu yok etmeye çalışmanın ilk adımı onun kurumlarını işlevsiz hâle getirmektir. Bunun da iki yolu vardır: 1. Kurumları yok etmek     2. (Bu mümkün değilse) Kurumsallaşmayı engellemek.

Kurumsallaşmayı engellemenin en yaygın ve en etkili yolu ise sürekliliğin önüne geçmektir. Zira (daha önce anlatıldığı üzere) kurumsallaşmanın bir yanı hiyerarşi içinde çalışan kurumların varlığı ve bunlar arasında ahenkli bir işbirliğinin bulunması ise diğer yanı sürekliliktir. Sürekliliğin engellendiği yerde etkili bir kurumsallaşmanın oluşması mümkün değildir. 

Modern dönemde İslam âleminin kurum kalıntılarına yönelik korkunç bir saldırı yapıldı. Medreselerin işlevi ve tekkelerin konumu ile ilgili tartışmaların pek çoğu aslında bir işlev ve konum tartışmasından öte İslam`ın kurumsal varlığı ile ilgiliydi. Vakanın bu yönünü dün anlamakta güçlük çeksek de bugün her şey hepimizin anlayacağı kadar açıktır: Medreseleri ıslah etmek yerine kapatmayı seçenler, tekkelerin eksiklerini gidermek yerine oralarda bulunmayı suç kapsamına alanlar, temelde Müslümanları bu kurum kalıntılarından yoksun bırakmak istiyorlardı.

Bugün İslam âleminde kurumsal varlık neredeyse yok olmuş durumda. Herkes ve her şey kendi başına yol almaya çalışıyor. Oysa Sünnetullah ancak kurumsal bir varlık oluşturanların büyük başarılar elde edebileceğini gösteriyor.

TÜRKİYE`DE SİYASİ SÜREKLİLİĞİN ÖNÜNE GEÇİLMESİ

İslam tarihinde büyük uygulamaların çoğu zaman kişilerin ömrü veya görev süresiyle sınırlı olmasının yol açtığı problemlerin farkında olanlar, modern dönemde Müslümanların girişimlerinde sürekliliği yakalamalarına izin vermek istemiyorlar. 

Modern Türkiye`de önce her tür İslamî kurum kapatıldı, sonra bu kurumların yeniden inşa edilme talebine sözcülük edecek siyasi kurumların kurulmasının ve süreklilik kazanmasının önüne geçildi.

Türkiye tarihi boyunca görünür siyasi etkinlik içinde olan dindar kesimler, ya kendilerine yakın gördükleri sağ partiler içinde yer aldılar ya da kendileri siyasi partiler kurdular. Kimi zaman sağ partiler kimi zaman bizzat dindarlar tarafından kurulan partiler dindar kesimler için faaliyet alanı hâline geldiler. Ancak çok sıkı bir planlama ile her iki tür partilerin de süreklilik kazanması engellendi.

1946`ya kadar faaliyetleri daha teşkilatlanma aşamasında bu partiler kapatıldı. 1946`dan sonra ise dış konjenktörün de etkisiyle bu tür partilere izin verildiyse de onların faaliyetlerinin süreklilik kazanarak kurumsallaşması engellendi.

Adnan Menderes, ancak on yıl iktidarda kalabildi; bu iktidarın da son iki yılı bir tür “topal ördek” dönemiydi, iktidarın sekiz yıl boyunca yaptığı faaliyetleri bir düzene kavuşturmasına izin verilmedi.

Adalet Partisi, Demokrat Parti kadar da iktidar da kalamadı. 1970`li yıllarda iktidarlar Osmanlı ve Abbasî vezaretleri gibi adeta ay ay değişti.

12 Eylül`den sonra kurulan Anavatan Partisi, özellikle ilk dört yılda cesur adımlar attı. Ama sonraki dönemde bu cesur adımlardan hiçbirini sürdürme cesaretini bulamadı.

Partilerin duyarlılıkları ile ömürleri adeta ters orantılı işledi. Milli Görüş`ün partileri klasik sağ partilere göre daha kısa ömürlü oldu. Milli Nizam, Milli Selamet, Refah, Fazilet Partilerinden hiçbir yirmi beş yaşını doldurmadı.

Türkiye`de sağın veya Milli Görüş`ün yaşlı partileri yok. Onların, daha çocukluk yaşını aşmadan kısırlaştırılan, katledilen partileri vardır. Oysa CHP yüz yaşını bulmak üzeredir. Bu parti, 12 Eylül`de kısa bir ara hariç varlığını hep korudu.

Benzeri bir durum diğer kurumlar için de geçerlidir. Türkiye`de yüz yaşına yaklaşan laik gazeteler var. Oysa dindarlara seslenen gazetelerden elli yaşını dolduran yoktur. İslamî kesimlerin duayen denen gazetecileri, avukatları, mimarları ya yoktur ya da bunların toplandığı bir kurum oluşmamış, bunlar kenarda kıyıda kaldıklarından onların sesi çıkmamaktadır.

Halbuki korkunç bir propaganda kabiliyetine sahip solcu nice duayen gazeteci ve bu gazetecilerin kurumları vardır. Aynı durum, mimarlar, avukatlar, doktorlar, üniversite öğretim görevlileri için de geçerlidir. Bu, kendiliğinden oluşmuş bir tablo değildir. Bir planlanmanın neticesidir.  

 Bu planlamayı yapanlar, dindar kesimlerin kurumsallaşmasından rahatsızlık duymuşlar ve buna karşı ciddi tedbirler almışlardır. Kurumların oluşmasına izin vermemiş, kurumlar oluşmuşsa da bunların sürekliliğe kavuşmaları engellenmiş. Bu tedbirler, netice vermiş ve dindar kesimler, yetişmiş insan gücünden yoksun kalmıştır. Son dönemde ise bütün İslam âlemine dönük yeni bir kurum karşıtlığı savaşı başlatılmıştır.

Bu savaş, İslam âleminin toparlanması ihtimaline karşı başlatılmış ve o doğrultuda sürdürülmektedir.

Bu hafta sonu yapılacak milletvekili genel seçimlerine bu gözle de bakmakta fayda vardır. Dindar kesimler nasıl düşünürse düşünsün, dış güçler ve onların uzantıları, dindar kesimin Türkiye`de son yıllarda kazanımlar elde ettiğini düşünüyor, bu kazanımların sürekliliğe ulaşıp kurumsallaşmasına karşı tedbirde geç kalındığı korkusunu yaşıyor. Bu seçimlerde sürekliliği engelleyerek ya da aksatarak, bu kazanımların süreklilik içinde kurumsallaşmasının önüne geçmeye çalışıyor. Bu doğrultuda büyük bir çaba ve para harcayarak asla bir araya gelmeyecek grupları bir araya getiriyor. Karşı olduğu cephenin ise oylarını parçalamanın, etkisizleştirmenin yolunu arıyor. 

Bu çalışmalarında başarılı olup olmayacakları pazar günü belli olacaktır.