Düşmanın gücüne güç katmak
Güç, engellere rağmen amacını gerçekleştirebilme ve düşmanını tehdit olmaktan uzaklaştırma kabiliyetidir.
İslam dünyasının amacını gerçekleştirme kabiliyeti bir yana açık bir amacından dahi söz edilemiyor.
İslam dünyasında kabiliyet, düşmanı bertaraf etmeyle değil düşmanla işbirliği kapasitesiyle ölçülüyor.
İslam dünyası güçsüzdür, ancak güçsüz olmak umutsuz olmayı gerektirmez.
İslam dünyasının durumuna bakıp da umutsuzluğa sürüklenecek nedenler yok.
“… Allah`ın rahmetinden de ümit kesmeyin. Çünkü ancak kâfir bir topluluk ümitsizliğe düşer.” (Yusuf Suresi: 87)
“Sana gerçeği müjdeliyoruz, sakın ümitsizliğe düşenlerden olma, dediler.” (Hicr Suresi: 55)
“İbrahim, ‘Sapıklardan başka kim Rabbinin rahmetinden ümit keser` dedi.” (Hicr Suresi: 56)
İslam`ın ilk toprakları, bir emirlik olma özelliğinde bile değil. Suudi, Yemen, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar…
Hepsi, devlet olduğunu ispat için dış güçler hesabına iş görmekte yarışıyor; dış kabul dışında devletlik meşruiyeti için bir şey aramıyor. Kendisine görev olarak halkını huzur içinde tutmayı ve halkının inancının gereği olan hedefleri gerçekleştirmeyi değil, halkını denetim altında tutmayı ve dış güçleri kendi iktidarında en kârlı konumda tutmayı biliyor. Bu da basit bir şirket müdürlüğüdür. Çalışanları kontrol altında tutmak ve patron için en yüksek kazancı sağlamak. İslam`ın en kadim ve en mukaddes topraklarının bu dış patronların kazancına odaklanmış kişilerin yönetiminde olduğunu görmek Müslümanları elbette sarsıyor.
Malezya ve Endonezya, aynen Hindistan ve Çin gibi yakın bir dönem için kendisini büyük hedeflere kapatmış; kendi ekonomik gelişmesine odaklanmış. Büyük güçleri ürkütmeden ekonomik projelerini gerçekleştirme endişesinde genelde dünyada, özelde İslam dünyasında yaşananları yaşanmamış sayıyor, “görmedim, duymadım, bilmiyorum” tutumunda.
Pakistan varlık mücadelesi veriyor. Bangladeş, uydurma bir yapılanma, bir tür karakol… Yüz milyondan fazla nüfusu tıkış tıkış bir arada tutan bir karakol…
Hindistan`daki Müslüman nüfus, ülkenin politikalarını İslam lehinde etkileme bütünlüğünden yoksun.
Orta Asya cumhuriyetleri, öz bir yana henüz şekil olarak bile devlet olmadılar. İdarecileri, Rusya`nın gemisinde ücretle yol alan ve denize atılma korkusuyla etrafındakileri sıkı bir yönetim altında tutan çavuşlar gibidirler. Ortadoğu emirleri misali, Rusya`ya ‘Biz olmazsak bu halk İslami partilerin ardına düşer, başınıza bela olur` deyip duruyorlar.
Mezhebi bir hedef güden her güç, hangi temel üzerine inşa olursa olsun dış güçlerin işbirlikçisi olmaya mahkûmdur.
Fransa`nın Protestanları böyle ayakta durdular; Suudi böyle yaşıyor; ona zıt bir cephede yer alan da bu tutumundan dönmediği sürece eninde sonunda onunla aynı noktaya düşmeye mahkûmdur.
Kuzey Afrika Müslümanları onurlu ama yakın bir dönemde güçlü bir devlet olma tecrübesinden uzaklar, aşiretsel özelliklerini aşmış değiller.
Ne kötü bir tablo! Ama Rabbimiz, Hz. Yakup (AS)`ın dilinden umutsuzluğu yasaklıyor: “… Allah`ın rahmetinden de ümit kesmeyin. Çünkü ancak kâfir bir topluluk ümitsizliğe düşer.” (Yusuf Suresi: 87)
Önce kendi tarihimize bakalım. Bütün İslam tarihi, “Yevmun leküm ve yevmun aleyküm (Bir gün lehinize diğer gün aleyhinizedir)” gerçeği içinde yaşanmış.
Emevî iktidarına geçiş, Hz. Hüseyin`in şehadeti, Medine katliamı, Abdullah bin Zübeyr (RA) döneminde yaşananlar…
Emevî iktidarından Abbasi iktidarına geçiş… Katliam ve günahlar… O dönemin bir İslam zahidi “Ben bugün infak edilecek helal bir dirhemden, kendisiyle İslam`ın huzuru yaşanacak bir kardeşten, sünneti artırmadan yerine getirecek bir amel ehlinden daha az bir şey bilmiyorum” diyor. İslam dünyası, dengesini yitirmiş. Başka bir âlem de bize ilim ehli haber verdi ki “Dünya ancak dört sınıf üzerine ikame olur: Âlimler, emirler, mücahitler ve tüccarlar…” Ya idareciler kurtlaşırsa, âlimler dünya peşine düşerse, mücahitler gurura müptela olursa ve tüccarlar insanlara ihanet ederse…
Kudüs, böyle bir ortamda kaybedildi. İslam dünyası darmadağındı. Yüce Allah, Nureddin Zengi ve Selahaddin-i Eyyûbî`nin eliyle zafer getirdi.
Müslümanlar gaflete düştü, mezhebi hedefler güttü, bu hedefler uğruna Moğollarla işbirliği yapan sözde mezhep büyükleri bile göründü. Yüce Allah, “Memluk” denen eski kölelerin eliyle Moğolları tepti.
Anadolu darmadağındı, o günün Selçuklu Konya`sında anlatılanlardan bugün bile insanın yüzü kızarıyor. Yüce Allah; Söğüt ve çevresine yerleşmiş küçük bir kabilenin eliyle doğu Hıristiyanlığını yıktı, İstanbul`u Müslümanlara armağan etti, İslam ordularını Viyana kapılarına götürdü.
İslam dünyasında bugün yaşananlar, geçmişin aleyhimizde olan günlerinde yaşananların “bugünün gerçeğine uygun” bir benzeridir. Hepsi o kadar! Müslüman kanı elbette değerlidir. Ama bugün Müslüman olduğunu söyleyenlerin eliyle dökülen Müslüman kanı, kesinlikle o günlerde dökülen kandan çok değil!
Bir de ötekinin tarihine bakalım. Çok derine gitsek Hıristiyanların döktüğü Hıristiyan ve Yahudi kanı içinde boğuluruz. Sadece İkinci Dünya Savaşı`na bakalım.
Tanıklarının hâlâ hayatta olduğu bu savaşta Polonya nüfusunun beşte birini, Yugoslavya sekizde birini, Sovyetler Birliği on dörtte birini, Almanya on beşte birini, Fransa yetmiş yedide birini, İngiltere yüz yirmi beşte birini kaybetti. Bunun önemli bir kısmı okumuş nitelikli nüfustu.
Bugün İslam dünyasında yaşananlar, dünyanın diğer kesimlerinde yaşananların yanında birer asayiş vakası konumundadır.
Batı, bugün ayakta; Batı`nın adeta imha ettiği Japonya da ayakta…
Olayların altında ezilmek en kötüsüdür. İslam dünyasının yaşadıkları abartılarak her Müslüman fert kendi iç dünyasında imha edilmek isteniyor. İslam dünyası olayların vahametine kaptırılıp şaşkınlığa sürüklenmeye çalışılıyor. Olayları sağlıklı değerlendirmeyi ve tedbirler geliştirmeyi engelleyecek bir şaşkınlıktır hedeflenen…
Müslümanın ümidine rağmen bu şaşkınlığı gerçekleştirmek, düşmanın gücünü gösteriyor. Engellere rağmen hedefini gerçekleştirebilen bir güç… O şaşkınlığa düşmek, bu güce katkıda bulunmaktır.
Müslüman, kâfirin gücüne güç katmaz.