• DOLAR 35.354
  • EURO 36.467
  • ALTIN 3015.42
  • ...

Medeniyet arayışımız, genellikle teknoloji ve bilgi arayışı kıskacında kaldı. Yirminci yüzyılın başında  Müslüman aydınlar, teknolojiye kavuşursak medeniyet krizimizi aşacağımıza inanıyorlardı. Bunun için vurguları “fen” odaklıydı. Merhum Mehmet Akif, o günlerin bakışını şu dizelerde net bir şekilde ifade ediyor:

“Sade Garb’ın, yalınız ilmine dönsün yüzünüz!

O çocuklarla beraber, gece gündüz didinin,

Giden üç yüz senelik ilmi tez elden edinin,

Fen diyarında sızan nâ-mütenâhî pınarı,

Hem için hem getirin yurda o nâfi’ suları!”

En geç 1970’li yılların sonlarında Müslümanların teknolojiye kavuşmalarının “medeniyet”le buluşmayı sağlamadığı, aksine “medeniyet”ten uzaklaşmalarına yol açabileceği de görüldü.

Seyyid Kutub’un 1940’lı yılların sonlarından itibaren ABD’ye yönelik anlattıkları etkili oldu ve Müslümanlar, bu kez medeniyet arayışı bağlamında teknolojiden çok bilgi kaynaklarının yenilenmesine yöneldiler. Bugün o arayış, büyük ölçüde karşılığını buldu; İslam aleminde bilgi üretimi faaliyetleri, neredeyse Avrupa’yı geride bırakacak. Buna rağmen, medeniyet arayışımız dilediğimiz noktada değil.

Bilgimizin çoğalması; medenileşmemizi sağlamadı, aksine bir yandan içimizde seküler Fransız aydınlarına özgü bohemliği yaydı, diğer yandan Hariciliğin farklı versiyonlarıyla ilişkilendirebilecek taassuplara da yol açtı. Biri dış etkilenmeler ürünü, diğeri içerideki sapmadan kaynaklı bu iki kesim arasındaki polemikler, İslâmî şuuru beslemediği gibi, sekülerliği cazipleştirmek gibi bir risk de oluşturdu. Bu sebeple “medeniyet krizimiz”, bir medeniyet arayışı krizine evirilmek üzeredir.

SORUNU DOĞRU ANALİZ ETMEK!

Medeniyet arayışımızdaki bu istenmeyen limanlar, bazı kalem sahiplerinde umutsuzluğa yol açtı. İslam’ın bir medeniyet arayışı olmadığını öne sürenler olduğu gibi, Müslümanların medeniyet arayışının asla başarılı olamayacağını, zira “çöken” bir medeniyeti ihya etmenin mümkün olmadığını öne sürenler de olabilmektedir. İslam’ın hakikati ve Müslümanların tarihi her iki kesimin de iddialarını çürütmektedir:

İlk vahiy, bize “Oku!” diye emretmekte, ardından kalemi hatırlatmaktadır (İkra Sûresi, 1-5). İkinci vahiy ise “Rabbini yücelt ve elbiseni temiz tut!” (Müdessir Sûresi, 3-4) diye buyurmaktadır.

Şûrâ Sûresi’nde ise Mekke Devri’nde nazil olan otuz sekizinci ayette yüce Allah, “Onlar ki Rablerinin davetine icabet ederler ve namaz kılarlar ve işleri aralarında şûra iledir ve kendilerine rızık olarak verilenden infak ederler.” buyurmaktadır.

Okumak ve yazmak; Rabbini yüceltmek ve elbiseyi temiz tutmak; namaz kılmak, işleri istişare ile yapmak ve mala dayalı sınıfçılığı ret, başka bir ifadeyle namaz kılmak ve sosyal adalet…

Ayet-i Kerimeler, Kur’an’ın bütünlüğü içinde okunduğunda bize şunu açıkça anlatmaktadır: İslam din ve medeniyettir. Nitekim Müslümanlar, ulaştıkları yerlere sadece namazı ve orucu götürmemişler; gerek Endülüs gerek Buhara, Semerkant örneklerinde açıkça görüleceği üzere aynı zamanda birlikte yaşam olgunluğu ve kalkınmayı götürmüşlerdir. 

Ne yazık ki süreç içinde Müslümanlar, ilimden uzaklaştılar, yazmak bir yana okumayı da terk ettiler. Sonra bir kısmımız, Rabbini andı ama temizliği ihmal etti, namaz kıldı ama istişareye önem vermedi ve sınıfçılığa yöneldi. Bu yüzden, ibadet açısından mamur ama kalkınma açısından geride olmak neredeyse Müslüman dünyanın ayırıcı bir niteliğine dönüştü. Bu, din ile medeniyetin ayrışmasının neticesidir. Medeniyet krizimizin çekirdeğini de bu oluşturuyor.

İslam bir bütündür, parçalanmayı hiçbir şekilde kabul etmemektedir. Sentezlemeler de normalde buluşmayı ifade ederken söz konusu İslam olduğunda hep kopuşu ifade etmiştir. Emevî Devri’nde saltanatın yol açtığı sorunların ardından Abbâsî Devri'nde Sasanî kültür ve uygarlığıyla yaşanan sentezleme, Müslümanların ilk medeniyet krizine yol açmıştır.

Söz konusu sentezleme, medeniyet yolculuğumuzu sekteye uğratmış, kültür Müslümanlığı üretmiştir. Müslümanlar, bu hâl üzere İslam’ın bir yanından kopunca dünyanın en bilgili toplumu ve teknik olarak ileride iken siyasi ve askeri olarak gerilemeye başlamışlardır. 

Gazzâlî, bu ilk medeniyet krizimizin ana sebeplerini çözmüş, o doğrultuda İslâmî ilimleri ihya yoluna gitmiştir. Onun kapsamlı İhyâü Ulûmi'd-dîn eserine bakıldığında Gazzâlî’nin iki noktaya odaklandığı görülür: (1) İlmî arayışların sentezlemelere dönüşmesini ret (2) Edebî ihya, yani Sünnet-i Seniyye’ye yöneliş. Özetle, ilmi de pratiği de bizden olan bir çözüm. Bu çözüm, iş gördü ve Müslümanların onun etkilediği alanda Haçlı ve Moğol istilasını aşmasını sağladı.

Ne var ki Moğol istilası sonrasında İslam aleminin genelinde güvenlikçi yönetimler kuruldu. Öte yandan Müslümanlarda oluşan istila fobisi, onların bu yönetimlerle verimli bir mücadele geliştirmesini engelledi. Bu yönetimler; güvenlik için ilerlemenin, ilerleme için ilmi gelişmenin önemini kavrayamadılar. Neticede Müslümanlar, 16. yüzyılda askerî olarak epey ileride iken gerilemeye başladılar ve iki yüzyıl sonra tarihten silinme, başka bir ifadeyle kıyametlerini yaşama sorunuyla yüz yüze kaldılar.

Bu kriz karşısında ne yazık ki “medeniyet”ten çok, Masonların etkisiyle kültüre dönüş önerileri öne çıktı. Gerilememizin sebebi olan kültür, çözüm olarak öne sürülünce Batılılaşmayı öneren çözümler galip geldi.

Neticede modern dönem Müslüman medeniyeti krizi büyük ölçüde geleneği savunan Müslümanlarla Batı’ya benzemeyi öneren ve bir kısmı dışarıdan beslenen yapılar arasında yaşandı. 20. yüzyıla doğru mesele, teknolojinin önemini öne çıkaran Müslüman aydınların gündemini oluştururken dış müdahaleyle rayından çıktı. Müslümanlar siyasi iktidarlarını kaybettiler, olayları yönetemediler ve Batı’ya benzemeyi “medeniyet” addeden yönetimlerin tahakkümü altına girdiler. Bu dönemde siyasette İslam adaletinden, bireysel ve sosyal hayatta ise edepten uzaklaşmak, “uygarlık” olarak tarif edildi. Biz, kurtulmak için medeniyeti yani Hz. Muhammed Mustafa’nın Medine’sini ararken önümüze “medeniyet” diye modern ilkellik kondu.

Müslüman aydınlara göre edebimiz yerindeydi, bizim için gerekli olan teknolojiydi. Hâlbuki ulus devletler için hazırlanan modernist kadrolar, edepte esfel bir modernizmi sorunlarımızın çözümü olarak öne sürdüler. Onların çözümleriyle teknolojiden uzak kaldığımız gibi, edebimizi de yitirdik.

Özetle, güvenlikçi imparatorluklar ilmimizi; emperyalistler siyasal iktidarımızı, ulus devletler ise edebimizi imha etti. 

Son medeniyet krizimizden önce edebimiz ve organizasyonumuz vardı, lâkin bu edep ve organizasyon ilimle buluşmadığından üretimimiz yoktu. Biz, üretim ve ilmi ararken bugün edebimizi kaybetmek yani, dolayısıyla bir organizasyon oluşturma kabiliyetimizi yitirme tehdidiyle yüz yüzeyiz. Sorunu doğru analiz edenler için bu, bir tükeniş alarmıdır.

MEDENİYET ARAYIŞINDA EDEBİ ATLAMAK!

Medeniyet arayışı, stratejik dolayısıyla özünde külli (bütüncül) bir arayıştır. Bu doğrultuda medeniyet arayışı, bir ilim-edep (davranış disiplini)-organizasyon-üretim buluşmasıdır.

Bu buluşma esasında külli olduğu gibi, onun her bir cüzü de kapsayıcıdır.

İlim arayışı; Müslümanlar açısından akıl ve kalp bütünlüğü ile ilgili kapsamlı bir arayıştır.

Edep arayışı; hem hukuk hem adap ile ilgili, davranış disiplinini ifade eden kapsamlı bir arayıştır.

Organizasyon, toplumsal zeminde cemaatleşmeyi, siyasal zeminde devletleşmeyi kapsayan bir arayıştır.

Üretim de ilimden teknolojiye ve hayatın bütün alanlarında ilerlemeyi, günün gerçekliği içinde yeniden vaziyet almayı ve yarına başkalarının önünde geçmeyi ifade eden kapsamlı bir arayıştır.

Medeniyet arayışımızda geldiğimiz noktada ilim, organizasyon ve üretim alanında epey yol almış görünürken tatminsiz kalmak gibi bir sorunla yüz yüzeyiz. Bu tatminsizlik, aksiyonun zayıflamasına, motivasyon kaybına ve gerilemeye yol açmaktadır.

Arayışımızda kemâli yakalayamama sorunumuz var. Tatminsizliğe yol açan da bu sorundur. Kemâl, imanın güzelliklerinin amelde görünmesidir.

Hazzın en önemli talep ve kriter olarak öne sürüldüğü bir dünyadayız. İnsanlar, maddi manevi arayışlarında hazza bakmakta ve yaptığı işten haz aldığı kadar o işte motivasyon kazanmaktadır. Oysa medeniyet arayışımız ise haz vermemeye başladı, başka bir ifadeyle bu arayışta işin tadı kaçtı. Çünkü biz, ilim ve teknolojiyi ararken edebi göz ardı ettik. Edebi medeniyetin asli bir unsuru değil de bir süs gibi gördük. Ondaki süsün esastan geldiğini anlayamayacak kadar gerçekliğimizden uzaklaştık. Medeniyette kemâle ulaşmayı, dolayısıyla hakiki imana ulaşarak toplumsal ilişkiler estetiğini öğreten Hucurat Sûresi’ni medeniyet yolculuğu açısından değil, kültür Müslümanlığı mahiyetinde anladık. Yolculuğumuz doğruluk ve hikmet hazinelerinden alacağını alıp güzellik hazinesine ulaşmak üzereyken kesildi. Bunun için Bedevi kaldı, teslimiyeti ifade etti ama imandaki hazzı taşımadı.  

Edep, kemâlî bir ihtiyaçtır; davranışın doğru ve hikmetli olması kadar aynı zamanda güzel olmasıdır. Doğruluk, hikmet ve güzellik bir araya gelince ortaya haz veren mükemmel tutum çıkar.

Edep, Sünnet-i Seniyye’ye uymaktır. Halbuki medeniyet arayışımızda Sünnet-i Seniyye ile ilgili iki zıt tutum söz konusudur: (1) Sünnet-i Seniyye’yi günlük hayatta dikkate alırken onu devlet yönetimine adalet olarak taşımak yönünde hiçbir çaba içinde olmamak. (2) Devlet yönetiminde adalete tabi olurken günlük yaşamda Sünnet’ten uzaklaşmak.

Bu iki zıt tutum, marjinalleşme ve Müslümanca estetikten uzaklaşmak gibi sorunlara yol açmakla kalmıyor, organizasyonu yani cemaatleşmeyi de engelleyerek tükenişimize yol açacak tohumlar ekiyor. 

Sünnet-i Seniyye’yi günlük yaşamına tatbik etme iddiasında olan “geleneksel” çevrelerimiz, patavatsız olabiliyor. Onların protestocu hâlleri, inşacı yönlerinin önüne geçtiğinden söz konusu çevrelerin söz ve davranışları, güzellik bir yana hikmet ve doğruluğun da uzağına düşüyor. Öze uygunluk bakımından doğruluğu şüpheli, mantıksal tutarlılıktan yoksun ve ifade tarzı Bedevice bir söyleyiş, medenî olmaktan çok uzak.

Adalet vurgusu yapanlarımız ise günlük yaşamda Sünnet-i Seniyye’den uzaklaşınca Batı’nın 19. yüzyıl reformist aydınlanmacı modernistlerinden de öte, bugünün postmodern Batılı bohemlerini andırmaya başlıyorlar. Kibirlidirler, olumsuz bir bakış açısına sahipler, umutsuzdular, hâlleri umutları kırdığı gibi, fikir ve sözleri de umut kırıyor. Edepli olmayı yobazlık görüyorlar. Bize yabancılaşmışlar. Hatta bize karşı olmayı meziyet sayıyorlar. Bu yüzden zaman zaman doğru ve hikmetli konuşsalar da incitiyorlar ve dağıtıyorlar.

ÇÖZÜM

Müslümanlar, ilim ve teknolojiden yoksunken dahi edepleriyle güzel insanlardı. Bunun için seviliyorlar ve az bir çabayla güçlü cemaatler oluşturabiliyorlardı. Bugün ise ilim ve teknolojiye ulaşmışlarsa da edep sorunuyla yüz yüze olduklarından sevimsiz bulunmaktalar. Bu sevimsizlik, onları ilkin dışarıya karşı marjinalleştirmekte, ardından kendi içlerinde parçalanmalarına yol açmaktadır. Dolayısıyla mevcut organizasyonlar büyümediği gibi, sorunlar içinde boğulup kalma gibi bir sorun da yaşamaktadır.

Dün Müslümanların organizasyonları dış güçlerin eliyle dağıtıldı, küçültüldü, bugün edep sorunu yüzünden tamamen imha olmak gibi bir sonla yüz yüzedir.

Buna karşı çözüm, medeniyet arayışının bütüncüllüğüne inanmak, medeniyet arayışını bütün unsurlarıyla sürdürmek ve her bir unsurun, bütün sistemi ilgilendiren yanlarının bulunduğunu kabul edip o yönde tutumlar geliştirmektir.

İlim ve edebimiz, organizasyona vesile olur da bu organizasyon, külli bir üretim getirirse İslam aleminin toparlanması için yirmi beş yıla bile ihtiyacı yoktur.