• DOLAR 34.755
  • EURO 36.67
  • ALTIN 2962.947
  • ...

Tarikat karşıtlığının tarihle ilgili köklerinin yanında Sovyetlerin yıkılma işaretleri vermesiyle de doğrudan ilişkili yanları söz konusudur.  

Bugünden bakıldığında Avrupa ve Amerika’yı gasp eden Yahudi (Batı) uygarlığı, Sovyetlerin yıkılacağını en azından on-on beş yıl önce tahmin etti ya da her ihtimale karşı böyle bir ihtimale hazırlıklıydı.

Yine görüldüğü kadarıyla Yahudi (Batı) uygarlığının Sovyetler sonrasındaki hedefi, açık küresel bir hakimiyet idi ve İslam’ı bunun önündeki engellerden biri olarak görüyordu.

Yahudi (Batı) uygarlığı bunun için İslam dünyasına yönelik çok yönlü programlar yaptı. Önceki süreçte (on dokuz ve yirminci yüzyıllarda) İslam dünyasının siyasal nizamı darmadağın edilmişti, yeni süreçte ise hedef Müslüman sivil toplumun dağıtılması ve Müslüman dünyanın mikro gruplara bölünmesi hatta nihayetinde Müslümanlığın bir birey inancı düzeyine düşürülmesiydi.

Bunun için strateji, Müslüman dünyanın öncelikle parçalanması, bu doğrultuda birbirine karşı kullanılması ama nihayetinde İslâmî nüveleri tamamen ortadan kaldırmaktı. Bu bağlamda Komünizmle mücadele sürecinde nispeten faaliyetlerine göz yumulan tarikatlar da yirminci yüzyılın başında olduğu gibi, 21. Yüzyılın başında Yahudi (Batı) uygarlığının hedefi hâline geldi, imha edilmeleri ya da oldukça mikro yapılara dönüştürülmeleri yönünde operasyonlara konu oldu.

Halep Ermenilerinden olup ABD’de “Medeniyetler Çatışması” tezine de ilham veren R. Hrair Dökmeciyan’ın ABD Savunma Bakanlığı Pentagon için oluşturduğu tez, postmodern yapısı itibariyle karmaşık olduğundan anlaşılması güç süreci ifşa etmektedir.

Dökmeciyan, Bernard Lewis’le de ilişkilidir ve ABD çıkarları doğrultusunda çalışan neo-oryantalist grubun öncü isimlerinden biri olarak görünmektedir. İslam dünyası üzerinde iyi çalışmış biridir ya da epey çalışan bir grubun sözcüsü durumundadır.

TARİKATLARA KARŞI SAVAŞIN İLANI: DÖKMECİYAN’IN TEZİ

1950’li yıllardan sonra İslâmî hareketlerin oldukça güçlendiği bir süreçte tarikatların önü İslam dünyası genelinde açıldı. Yeniden topluma açılma imkânı bulan tarikatlar, henüz iyi araştırılmamış etkenlerle İslâmî hareket karşıtı bir vaziyet aldılar ve laik ulus devletlerce desteklenmeye başladılar. Tarikatlar, İslâmî hareketleri mezhepsizlik ve Vehhabilikle suçlayarak itibarsızlaştırma yoluna gittiler. Özellikle mezhepsizlik iddiası, tarikatların kasıtlı olarak İslâmî hareketlere karşı seferber edildiği yönünde güçlü bir kanaat oluşturmuştur.

Ne var ki tarikatların bir bölümü bu tartışmalarda İslâmî hareketlere zarar vermişlerse de aynı zamanda İslâmî hareketlerden etkilenmeye başladılar; hatta Sudan ve Türkiye gibi ülkelerde İslâmî siyasetin kısa sürede laik partilere karşı oluşup güçlenmesini sağladılar.

Kendisini sürekli yenileyen emperyalistler, tarikatların bu şekilde dönüşüm geçirmesinden endişeye kapıldılar.

Öyle ki Dökmeciyan 1984’te yayımlanan “Arap Dünyasında Köktencilik (Devrimci İslam)” adlı kitabında “En ılımlısı en tehlikelisidir” bağlamında değerlendirmelerde bulunarak  tarikatları ABD’nin İslam dünyası politikaları bağlamında resmen düşman ilan etti.

Dökmeciyan, ustalıklı bir yaklaşımla önce İslâmî hareketleri, Hanbeli ve Şiî kökler üzerine iki kampa bölerek marjinalleştirmekte, ardından tarikatları da satır aralarında “pasif köktendinci (radikal)” etiketiyle hedef hâline getirmektedir. 

Dökmeciyan’a göre İslâmî Cihad, Cemaat-i İslâmî’den, Cemaat-i İslâmî, İhvan-ı Müslimin’den doğmuştu ve İhvan-ı Müslimin’in kurucusu İmam Hasan el-Benna bir tarikat içinde yetişmişti. Ona göre tarikatlar, dindarlığın oluşturulmasında en büyük paya sahipti ve en büyük toplumsal tabana sahip ama en yumuşak dindar tarikatlar, en dar örgütlenmeye sahip ama en radikal İslamcı örgütlere beşiklik ediyordu.

Bu yaklaşımın tarikatlar açısından ne anlama geldiği kolaylıkla anlaşılabilir. Bu tez geliştirilirken Suudi Arabistan merkezli Vehhabilik, laik diktatörlerle iş birliği yaparak tarikatlara yeni bir savaş açtı. Aynı zamanda İslâmî hareketleri de “bidat” eleştirisi çerçevesinde tarikat düşmanlığına doğru itti ve Arap-İslam dünyasında önemli neticelere de ulaştı.

Tarikatlar ise İslâmî hareketleri Vehhabilik ve artık Şiîlik ile ilişkilendirip yıpratmaya çalışarak bir tür onlardan intikam almaya çalıştılar. İlahiyat fakültelerinde örgütlenen modernist kişiler de İslâmî hareketler ve tarikatlar arasındaki bu çekişmeyi kızıştıracak dokümanlar ürettiler.

TARİKATLARA KARŞI YENİDEN OPERASYON

Türkiye’de Cumhuriyet’le birlikte Nakşibendi Halidilik, “iç düşman” ilan edildi. 1925’te Şeyh Said Kıyamı’ndan sonra doğudaki, 1930’daki Menemen Vakası’ndan sonra ise batı illerindeki tarikatlar imha yoluna gidildi. Daha sonra tarikatlar, genellikle sistemle karşı karşıya gelmemeye çalışsalar da sistem tarafından bir türlü benimsenmediler. Zaman zaman rahat bırakılsalar da genellikle kontrol altında tutuldular.  

Turgut Özal’ın rahat günlerinin ardından 28 Şubat’a doğru Güneydoğu’da bilinmeyen tarikatlar enflasyonu yaşandı. Derin yapıların bölgede cirit attığı günlerde berberi, terzisi şeyhleştirilip evlerde abuk sabuk tarikat toplantıları düzenlendi. 28 Şubat sürecinde İstanbul’da Ali Kalkancı denen kişiyle açığa çıkan bu minik ama sonuna kadar kirli yapılar, toplumun İslam’dan, tarikat ve İslâmî hareketlerden soğuması için sahaya sürüldü. O tür isimler kullanılarak İslâmî hareketler gibi tarikatlara karşı da operasyonlar yapıldı. Her ne kadar tarikat mensupları hapislere atılmadıysa da  taciz edildi ve askeri kurumlardan uzaklaştırıldı.

Hatırlanacağı üzere Necmettin Erbakan’ın başbakanlıktan uzaklaştırılmasına bahane olarak tarikat şeyhlerine başbakanlık ofisinde iftar yemeği vermesi öne sürüldü.

AK Parti Dönemi’nde bir kez daha rahatlayan tarikatlar, 2010’dan sonra Samanyolu TV’de imalara konu oldu. 15 Temmuz Darbe Girişimi’nde bulunan yapı, farklı taciz yollarıyla tarikatları kontrol altına almaya çalışıyordu.

Ama son dönemde tarikatlara yönelik asıl operasyon, 15 Temmuz’dan sonra başladı. 15 Temmuz zaferini çalmak isteyen askeri ve siyasi bürokrasi içindeki örgütlü ulusalcı-milliyetçi laik grup, tarikatların 15 Temmuz darbecilerine karşı İslâmî hareketlerle omuz omuza meydanlara inmesinden ve İslâmî hareketin saha gücüne güç katmasından derin bir ürküntü duydu. Söz konusu yapı, bir kez daha İslâmî harekete karşı dişlerini bilerken tarikatlara karşı da alışıldık operasyonunu başlattı.

Sanırım bu operasyonun ilk ayağını, kimi Irak ve Suriye göçmeni şahsiyetlerin de kullanılarak Türkiye’de küçük küçük ama sonuna kadar bidatlere batmış tarikat üretimi oldu. Bir anda tamamı ulusalcı-milliyetçi görünümlü ve dört bir yanı saran onlarca tarikat türedi. Galiba Türkiye tarihinde ilk kez bayraklı ve canlı yayında zikir törenleri yapıldı. Lâkin bu kuşkulu yapılar sahada pek de etkili olmadı.

Bunun üzerine büyük tarikatlara yönelik, onların özellikle zühdden uzaklaşmış olmaları öne sürülerek kapsamlı bir propaganda başladı. Bu propagandalar görünüşte İslâmî bir söylemle, hakikatte Türkiye’de İslâmî görünümü ve gücü azaltmak için yapılıyordu.   

Tarikatlar, buna cevap verememelerinin yanında bazı İslâmî hareket çevrelerinin bu propagandaya katılması da toplum nezdinde bu propagandanın etkili olmasına yol açtı.

Bu sırada 2021’den sonra önce Kudüs, sonra Gazze merkezli Filistin cihadının ivme kazanmasıyla tarikatların genellikle üst yönetimde olmasa da gövde ve tabanda bir İslâmî hareket gibi, Filistin davasıyla ilgilenmesi, tarikatlara karşı operasyonun daha da kızışmasına yol açmış olmalıdır.

Son dönemde büyük tarikatları bölme ve iç çekişmelere sürükleme yönündeki girişimler kesinlikle 15 Temmuz zaferi ve Filistin meselesinden bağımsız değildir.

Derin yapıların beklentisi tarikatların İslâmî hareketleri durdurması ve küçültmesi iken tarikatlar, günbegün İslâmî hareketlere benzediler, onların söylemini sahiplendiler ve yer yer meydanlarda bile göründüler.

Küresel sistem ve onun yerel uzantılarının bunu kabullenmesi mümkün değil. Buna karşı tarikatları yıpratma operasyonu başarısız olunca tarikatları kendi içinde çatıştırarak itibarsızlaştırıyorlar.

Tarikatlar, hangi sorunları yaşarsa yaşasın bu itibarsızlaştırma operasyonu, kesinlikle İslâmî harekete karşı kabul edilmelidir. Burada dikkat çekici husus ise bütün İslam aleminde farklı dozlarda İslâmî hareketlere karşı parlatılan selefçi-tekfirci yapıların yeniden sahaya sürülmesidir. Açıkçası Arap-İslam aleminde Dökmeciyan raporundan sonra denenen selefçi-tekfirci yapının güçlendirilmesi taktiği Türkiye’de de deneniyor gibi.

Bu operasyonları yapanlar, böyle bir operasyon, İslam’a nasıl zarar verir, umurlarında değil. Onlara göre dinî yapılar, genişleme imkânı bulduğunda bir iktidar çekirdeği oluşturur, dolayısıyla daha fazla büyümeden küçültülmelidir.

Tarikatlar, İslâmî hareketlerin nadiren ulaştıkları toplum kesimlerine ulaşıyor ve bu operasyon, bu toplum kesimlerini 28 Şubat sürecindekine benzer hatta daha beter, bir umutsuzluk ve mutsuzluğa sürüklüyor. Bu toplum kesimlerinin tarikatlardan öte, İslam’a duydukları güven azalıyor ve onların seküler yapılara yönelmelerine yol açıyor.

Tarikatlar gibi, bu tür operasyonları şu veya bu sebeple destekleyen ve kalbinde iman bulunan herkes, bu süreci sorgulamalı ve bu operasyonu sonlandırmak için bir an önce harekete geçmelidir. Aksi hâlde Türkiye’nin ana dindar yapısı, bundan zarar görecek ve bu, neo-laik yapıların Türkiye’de yeniden öne geçmesine yol açacaktır.   

Son olarak şunu özellikle ifade etmek isterim: Özellikle Halidî-Nakşî Tarikatların sorunu, bidat sorunu değil, zühdden uzaklaşmaktır. Tarikatların çekişmesini kolaylaştıran da gençlik nezdinde itibarsızlaştıran da zühdden uzaklaşmaktır. Zühd, tarikatların çekirdeğidir ve o çekirdek zarar gördüğünde tarikatın varlığı anlamsızlaşmaktadır.

Tarikat karşıtı düşüncelerin kabul görmesinde ve meşruiyet zemini bulmasında en etkili noktalardan biri zühdden uzaklaşmaktır. Kimi tarikatları saran lüks yaşam düşkünlüğü, şatafatlı kabul odaları ve otomobiller, tüketime teşvikin bir neo-sömürü tarzı hâlini aldığı bir dünyada hiçbir gerekçeyle açıklanamamaktadır.

Tarikatlar, toplumun İslâmî duyarlılık edinmesinde çok önemli bir yere sahiptirler. Bu yerin korunması, İslâmîleşmenin devam etmesi açısından zorunludur. Bu mahiyette tarikatların gerek akide gerek yaşam tarzı bakımından çizgi dışına çıkmamaları için Şeyhüşşûyûhluk (şeyhler şeyhi) veya Şeyhü’l-Meşayıhlık makamı iyi tetkik edilerek güne uyarlanabilir mi? Üzerinde durulması gereken bir husustur.

 Bitti