Tarikatlara niye düşmanlar? (1)
Tarikatlar, 28 Şubat günlerinden sonra, bir kez daha açık bir operasyona uğruyor. 28 Şubat sürecinde Kemalistlerce “dövülen” tarikatlar, son on yılda, önce bazı modernistlere dövdürüldü, ardından kendi içlerinde kavga ettirildi.
Son günlerde tarikat karşıtlığının, tarikat karşıtı malum yapıların parlatılmasıyla da canlandırıldığını gösteriyor. Süreç dikkatle takip edildiğinde bu yönde bir stratejinin oluşturulup sürdürüldüğü anlaşılıyor.
Peki, tarikatlarla niye uğraşıyorlar? Tarikatların çizgi dışı yanlarından bir huzursuzluk var da ondan mı tarikat karşıtlığı yapılıyor ve tarikatlar, bölünüp dağıtılmaya çalışılıyor, yoksa işin içinde başka bir husus mu var? İki bölümden oluşan analiz serimizde bu soruların cevabını vermeye çalışacağız.
TARİKATLARIN OLUŞMASI VE İLK TARTIŞMALAR
İslam tarihinde zühd grupları, oldukça erken dönemde oluşmuştur. Siyasi idarenin Kur’an ve Sünnet’ten uzaklaşmasıyla, İslâmî sivil toplum oluşurken bu zühd grupları da büyüdü ve çoğaldı.
Ama bilindiği kadarıyla bugünkü anlamda tarikatlar, İmam Gazzâlî’den sonra varlık bulmaya başladı. Gazzâlî’nin sivil toplumu örgütleme yönündeki teşvikleri, artık siyasi idareden umut kesmesinden midir? Yoksa Kudüs’le birlikte Doğu Akdeniz’in önemli bir bölümünü istila eden Haçlı ordularının oluşumunda Hıristiyan tarikatların önemini görmesinde midir? Ya da ikisi midir? Ne yazık ki bunu bilmiyoruz. Sebebi ne olursa olsun, tarikatların bugünkü anlamda oluşumu, aynen 20. yüzyılda cemaat ve siyasi partilerin oluşumu gibi, daha çok dış etkenlerle ilgili görünmektedir.
Haçlılara karşı mücadelenin gelişmesiyle birlikte tarikatlar da İslam aleminde yer edinmiştir. Nûreddin Mahmud Zengî Devri’nde Şeyhüşuyuuh (şeyhler şeyhi) makamı oluşturulmuş. Sûfî grupları başta davayı halka duyurmak olmak üzere, cihadın farklı taraflarında görev yapmışlardır. Selâhaddin, bu makamı Mısır’a taşımış. Böylece tarikatlar kontrol altına alınarak Müslümanların birliği ve Kudüs’ün fethi stratejisi doğrultusunda yönlendirilmiştir.
Tarikatlar, sonraki süreçte cihada fiilen de katılmıştır. “Selâhaddin Sonrası Eyyûbîler” kitabımda anlattığım üzere özellikle 1220’li yıllardan sonra, V. Haçlı Seferi ve sonrasında, İslam orduları tarikatlar sayesinde halktan binlerce gönüllü bulabilmiştir. VII. Haçlı Seferi’nde pek çok şeyhin ordu safları arasında yer aldığını biliyoruz.
Bu gazi tarikatların oluşmasında Bağdat’ta yerleşik Şeyh Abdulkadir-i Geylânî Hazretleri gibi, Sühreverdî şeyhlerinin de katkısı olmuştur. O devirde ulemanın da mühim bir kısmı tarikatlara yakındır. Haçlılara karşı mücadeleyi strateji sahibi bir fikir akımına dönüştüren Necmeddin el-Eyyûb da sûfîdir. Dolayısıyla Haçlı karşıtı mücadele, genel olarak bir sûfî gazasıdır.
Ne var ki bu süreçte İran ve Irak’ta oluşan çizgi dışı tarikatlar da zamanla Şam ve Mısır’a geçip ulemanın tasvip etmediği hâllerde bulunarak Müslümanlar arasında tartışmalara yol açmıştır. Bu gruplar, çizgi dışı hâlleri ile bazı alimleri rahatsız ettikleri gibi Nûreddin ve Selâhaddin’in adaletini methedip Memlûkları da dolaylı olarak eleştirip huzursuz etmiştir.
Bu hâl içinde Miladi 13. yüzyılın sonlarında İbn Teymiye’nin önderliğinde tarikat karşıtlığı farklı bir boyut kazanmıştır. Bu karşıtlığın kanaatimce günümüzdekinden en önemli farkı, dozu ne olursa olsun onun tamamen Müslümanların içinde gelişmesi, yani dış etkilerden uzak olmasıdır.
İbn Teymiye’nin Memlûkler Devri’nde tarikatları Şam ve Mısır’da epey hırpaladığı günlerde Şam’da yetişen Şeyh Edebali, Anadolu’nun kuzey batısında Söğüt çevresinde, Türkmen reisi Osman Bey’in yanında yer alarak Osmanlının kuruluşuna vesile olmuştur. Böylece tarikat, Moğol sonrası çağda bir nüve olmuş ve toplumsal birliği sağlayarak Müslümanların toparlanmasını sağlamıştır.
Osmanlı Devleti, sûfi bir devlet olarak doğup o şekilde yol almıştır. Buna rağmen Osmanlının çizgi dışı sûfi grupları Fatih Sultan Mehmed örneğinde olduğu gibi epey sindirdiği olmuştur. Yine Osmanlıda dengenin kaçtığı düşünüldüğünde sûfilere karşı, farklı ilmiye grupları da desteklenebilmiştir. Nitekim Miladi 17. yüzyılda tarikatlara karşı Kadızadeler, desteklenmiş ama tarikatlar bir miktar geri itildikten sonra, Kadızadeler, Kıbrıs’a sürülerek tasfiye edilmiştir.
Osmanlı yönetimi, Batılılaşma sürecinde 19. yüzyılda Mevleviliği devletten uzaklaştırma yoluna gitti. Bu süreçte Halidîlik bazı engellemelere rağmen ivme kazanmış. Ama 1859’da Batılılaşmanın İslam karşıtı sürdürülmesinden rahatsız olan Halidî Nakşilerin Kuleli’de askeri öğrencileri örgütleyerek ihtilal yapacakları ihbarı yapıldığından İstanbul’da Halidî Nakşiliğe yönelik operasyonlar başlamıştır.
Sultan Abdülhamid Dönemi’nde bu operasyonlar son bulmuş ve Nakşibendi tarikatı yeniden öne çıkmıştır. Bu tarikat, bilinen sahasının dışında özellikle Rumeli Müslümanları arasında da İslâmî yaşamın sağlanmasında önemli bir yere sahipti.
Rumeli Müslümanlarının yurtlarından ettirilmesi ve Menemen Vakası ile tarikat; Trakya’dan sonra Ege’de de tasfiye edilmiş ve onun yerine ultra laik solcu yapılar ekilmiştir. Trakya ve Ege’nin bugün laik görünümü, bunun neticesinde oluşmuştur.
EMPERYALİZM, TARİKATLAR, CİHAD VE DİRENİŞ
Tarikatlar, 17. Yüzyılda İslam dünyasının ilk büyük siyasal ayrışması diyebileceğimiz Ekber Şah vakasına karşı İmam Rabbanî’nin şahsında tarihi bir sivil direniş geliştirdiler ve bunda zafere ulaştılar.
Tarikatlar, aynı coğrafyada İslam dünyasının ilk sömürgeciler karşıtı büyük cihadını da Şah Veliyullah Dehlevî’nin yakını Şeyh İsmail Şehid’in önderliğinde, 19. yüzyılın başlarında İngilizlere karşı başlattılar.
Afrika kıtasında da Şeyh Osman b. Fûdî, Fransızlara karşı sömürge karşıtı tarihî bir cihad örneği verdi. Kıtada yine onun gibi pek çok tarikat şeyhi, kurtuluş savaşlarına önderlik etti.
Nakşibendi tarikatı başta olmak üzere, tarikatlar neredeyse Haçlı Seferleri günlerinde olduğu kadar 19. yüzyılda ve yirminci yüzyılın başında İslam dünyasında dış düşmanlara karşı cihad ettiler. Aynı zamanda laikçi dayatmalara karşı direnişte de topluma öncülük ettiler.
Bu dönemde Şeyh Abdulkadir-i Cezayirî, Şeyh Şamil, Ömer Muhtar gibi isimler emperyalizme karşı cihadda simgeleştiler. İzzedin el-Kassam da bu kuşağın son temsilcilerinden biri olarak kabul edilmelidir.
Kurtuluş savaşlarından sonra ise Türkiye’de Şeyh Said ve Endonezya’nın Açe Sumatra taraflarında Nakşî Halidî şeyhler, laikçi dayatmalara karşı fiili bir mücadelede bulundular. Diğerleri de sivil direniş gösterdiler.
Buna karşı laik ulusçu yönetimler, pek çok seçeneği kullanarak tarikatları yıprattıkları gibi, tarikatlara karşı çok katı önlemler alma yoluna da gittiler. Pek çok tarikat şeyhi, idam edildiği gibi, bir kısmı da işkencelerde can verdi. Ama laik ulus yönetimlere paralel olarak İslam aleminin pek çok noktasında Vehhabilik; İbn Teymiye’nin söylemlerini daha da sert bir yöne evirerek ve Suudi finansmanıyla tarikatlara karşı şiddetli bir mücadeleye girişti.
Laik ulus yönetimlerin tarikat karşıtlığı ile Vehhabiliğin tarikat karşıtlığı aynı süreçte işlemiştir. Bu da “Bunlar arasında bir üst elin planlaması var mıydı?” sorusunu akla getirmektedir. Bunu ispatlayamıyoruz ama kanaatim o yönde.
Vehhabiliğin Müslümanlar için daha büyük felaketi ise İslâmî hareketleri de tarikat karşıtlığına sürüklemesidir. Vehhabiliğin bu etkisi, İslâmî hareketlerin halktan uzaklaşıp marjinalleşmelerine ve mezhep-meşrep meseleleriyle fazlaca uğraşarak iç çekişmelere takılıp emperyalizm ve onun uzantısı laik yapılara karşı mücadelelerinin gecikmesine yol açmıştır.
Kanaatimce tarikatlar, 19 ve 20. Yüzyıldaki cihadları ve sivil direnişlerinden dolayı, dış güçlerin direktifleri ile laik ulusçu diktatörler tarafından imha edilmeye çalışıldı. Dış güçler, Masonluk, Batıcılık ve milliyetçilik ile siyasi idareyi kontrol altına almışlardı. Tarikatları da imha ederek Müslüman sivil toplumun örgütlülüğünü de yok etmeye çalıştılar. Onların hedefi, İslam’ın köklerine kibrit suyu dökmekti ve tarikatları imha etmeden toplumun köklerindeki İslâmî şuuru yok edemeyeceklerine inanmışlardı.
Yine kanaatimce Vehhabilik, bir yumuşak güç olarak dış güçler tarafından tarikatların üzerine salındı. Laik ulus devletlerin zulümleri, Vehhabilik üzerinden meşruiyet edindiği gibi, Vehhabilik, sivil Müslüman örgütlenmesini de darmadağın etti ve onun yerine yeni bir örgütlenme oluşturmadı, en iyi niyetli değerlendirme ile oluşturamadı.
Buradaki en hazin düzenek ise şudur: Laik ulus devletler, İslâmî hareketleri dövdükçe ve İslâmî hareket içindeki kimi isimler finansman kaynaklarına aşırı bir anlam yükledikçe İslâmî hareketler Suudi’ye sığındı. Suudi ise onları Vehhabiliğe ve sosyal tekfirciliğe itip uçlaştırdı, halklarından uzaklaştırdı ve içlerinde çekiştirerek etkisiz hâle getirdi.
Özellikle Şehid Seyyid Kutub’un ender tezlerinin Vehhabiliğe ve tekfire yorumlanması İslâmî hareketler için tam bir felaket olmuştur. Bunun titizlikle planlandığı şundan anlaşılmıştır: Vehhabilik etkisindeki simalar önce Seyyid Kutub’un fikirlerini tekfirciliğe yorumlamışlardır. Ardından ABD ve israilin paniklemesi üzerine Vehhabilik, bizzat resmî makamlarınca devreye girerek Seyyid Kutub’u da tekfir etmiştir.
Bugünden baktığımızda şunu gayet net görebiliyoruz: Vehhabi propagandasını filtreleyebilen İslâmî hareketler, halk hareketi konumuna yükselmişlerdir; diğerleri ise marjinalleştiler ve hedeflerine ulaşmadan iç çekişmeler içinde eriyip tükenmişlerdir.
Herhâlde bu netice bile Vehhabilik ile laik ulus devletler arasında bir üst el dayanışmasının bulunduğu yönünde kuşkular oluşturmaya yeterlidir.
Haftaya Dökmeciyan’ın tezi ile devam edeceğiz inşaallah…