• DOLAR 34.469
  • EURO 36.437
  • ALTIN 2913.006
  • ...

Sanırım, 2006 yılıydı. Babam telefonda figan edercesine “Oğlum, neredesiniz? Bu kez çocuklarımızı bambaşka bir şekilde saptırıyorlar!” diyor, PKK’nin yeni propagandasını haber veriyordu.

Birleşik Dağıtım Kitabevi, “Türkçede Anlam Bilgisi” adlı kitabımı henüz basmıştı. Kitap vesilesiyle o kitabevine uğramışken tezgâhta Kürdistan Tarihi kapaklı bir kitaba denk geldim. Başta Diyarbakır’ın fethi olmak üzere tamamen uydurma tarih bilgileriyle doluydu.

Kararımı verdim, bir çanak anten edindim ve Roj TV’nin fikir yayınlarını takip ettim. Profesör diye tanıtılan, hakikatte PKK propagandacılarından başka bir şey olmayan üç beş adam, ekranlarda Öcalan’ın “Sümer Rahip Devleti’nden Demokratik Cumhuriyete” adlı kitabından bölümler yorumluyorlardı.

Dikkatimi ilk çeken, Sümerlerle ilgili anlatımların bize Kemalist tarih derslerinde öğretilen bilgilerin tıpatıp aynısı olduğu ve sadece aralarına “Kürt” sözcüğünün serpiştirildiğiydi. Oysa ekrandaki sözde profesörler, anlattıkları her şeyi Öcalan’ın bir keşfi gibi tanıtıyorlardı. Bilmeyen, Öcalan’ı büyük bir arkeolog, büyük Sümerlog zannederdi.

Kitabı aradığımda yasaklı olduğunu öğrendim ama çocuklarını okuttuğum yayıncı bir tanıdığım, “Bulurum!" deyip Öcalan’ın bütün eserlerini bir arada getirdi. İyi bir para verip okumaya başladım.

“Sümer Rahip Devleti’nden Demokratik Cumhuriyete” adlı iki ciltli kitap, aslında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yapılmış, bin sayfalık bir sunumdu. Tam bir felaket… Öcalan, kendince insanlığın yaradılışından günümüze kadar bir tarih taraması yapıyor, “Allah” lafzından başlayarak İslam inancına kökten karşı çıkıyor ve kıssaları saptırıp saptırıp anlatarak bütün peygamberleri inkâr ediyordu.

Öcalan, ardından kendisinden önceki “Ortadoğulu” liderlerin İslam’ın kökünü kazımayı başaramadıklarını çünkü böyle bir tarih kritiğinden yoksun olduklarını öne sürüyor ve Batılılara, bugüne kadar hiçbir vekillerinin başaramadığını başarma sözü veriyordu.

Öcalan, kendisine sunulan kütüphane hizmetinden yararlanarak edindiği anlaşılan Sümerleri onların arasında yaşamış gibi, doğruluğundan gayet emin bir şekilde anlatıyordu. Asr-ı Saadet’e geldiğinde ise ne varsa ona kuşkuyla yaklaşıyordu. Anlattıklarına inanıyor muydu? Sanmıyorum. Ama Batılıları daha doğrusu Yahudileri ikna için gerekli malzemeyi bulduğundan emindi: İslam’a en büyük düşmanlığı kendisi yapacak ve Batılılar onu destekleyeceklerdi. Gayet net bir alışveriş. Öylesine teslim olacaktı ki Batılıların Sümer anlatımını bile kabul edecekti. Batılılar, kendisine güvenir de onu desteklerlerse bölgede İslam’ın köküne kibrit suyu dökecekti. Öyle ki bütün camileri tiyatro salonuna çevirme sözü veriyordu. Kurbanı yasaklayacak, namaza asla izin vermeyecek, sadece oruç konusunda biraz düşünecekti. Çok ilginçti, Kemalistler de neredeyse her ibadete karışmışlardı ama genellikle askeriye de dahil oruca müdahale etmemişlerdi.

Öcalan, bu bilgileri kimden öğrenmişti? İslam’la ilgili konuları bu tarz ele alan isim Turan Dursun’du. Lâkin Kemalist ulusalcı 2000’e Doğru dergisi yazarı Dursun, Sümerlerle ilgili uydurmaları tutarlı bir şekilde anlatacak bir düzeyde değildi.

Dursun’un ismi beni Muazzez İlmiye Çığ’a götürdü. Yöntemim, gayet basittir: “Kim, kimden öğrenmiş ve niçin anlatır?” sorularını cevaplamadan araştırmamda rahatlamam. Bu soruların cevabına doğru yol alırken genellikle kişilerin bağlantılarını öğrenmeden önce, onların eserlerini okur, onlarla ilgili tahminde bulunur, sonra biyografilerini araştırır ve kimler tarafından yetiştirildiklerini ya da kimlerden yararlanıp kimler tarafından yönlendirildiklerini tespit etmeye çalışırım.

Çığ’ı okumaya röportajlarından başladım. Karşımda, bilgileri son derece yüzeysel bir kütüphane veya müze memuresi vardı. İnanılmaz ölçüde İslam düşmanıydı. İnandıklarını anlatmaktan çok, örgütlü bir propagandanın özenle seçilmiş bir ağzı gibiydi. İlk okumalardan sonra, tespitim “Bu kadın, bu fikirleri öne süremez.” şeklinde oldu. Çığ’ın tanıtıldığı gibi profesör olmadığını öğrenmem de çok zamanımı almadı.

Çığ ile ilgili araştırmalarım, beni nihayet anahtar isme götürdü: 1897 Ukrayna doğumlu Samuel Noah Kramer. Kramer, “Tarih Sümer'de Başlar” adlı kitabında Sümerleri gözleri ile görmüş gibi kesin bir dille anlatmış; Çığ da kitabı Türkçeye çevirmişti. Çığ, sadece basit bir çevirmendi. Oysa Kemalistçe bir eğilimle oradaki tespitleri kendisine aitmiş gibi anlatıyor ve bilgileri Türkiye’ye uyarlayıp İslam karşıtı bir malzemeye çeviriyordu. Ulusalcı Kemalist Turan Dursun, ondan aldıklarını daha da İslam karşıtı bir salataya dönüştürüyor; PKK kurucusu Öcalan ise İslam karşıtı kısmı olduğu gibi alıp Kemalistlerin Türkleri Sümerlerle ilişkilendirmelerinin aksine, Kürtleri Sümerlerle ilişkilendirme iddiasına gidiyordu. Öcalan da aynen Çığ gibi hatta ondan da daha büyük şevkle Sümer bilgilerini tamamen kendi tanıklığıymış gibi anlatıyordu. Sanki insanlığın kökenini kendisi keşfetmiş de onu duyurmak için heyecanlanıp duruyordu.

Yahudi, bir üretiyorsa bin pazarlıyordu. Kramer, bir Yahudi olmalı. Yoksa bu kadar saçma sapan bilgiler bu kadar duyulmazdı, dedim. Öyleydi, Rus devriminin ardından 1919’da ABD’ye yerleşmiş, Yahudiliğin önde gelen isimlerinden biri idi. Öyle ki istila altındaki Filistin topraklarında soykırımcı siyonistlerce Bar-Ilan Üniversitesi bünyesinde kurulan "Asuroloji ve Eski Yakın Doğu Enstitüsü”ne onun ismi verilmiştir.

Yahudi Kramer’in Sümerlerle ilgili anlatımlarının doğru olduğunu nasıl anlayacaktık? Kramer’in belgeleri neydi? Kocaman bir hiç. Onun anlattıklarının “bilim”den kabul edilmesi için Yahudi olması yeterliydi. “Bilim” burada her tür tutarsızlığın kabul edilmesini sağlayacak bir “sihir portalı” gibi öne sürülmüştür. Nitekim Öcalan da ısrarla bilimsellikten söz ediyor, sonra ne safsata varsa bilimsellik adı altında onu cahillere ısmarlıyordu.

ASR-I SAADET’İ RED

Asr-ı Saadet, insanlık tarihinin bütün yönleriyle yazıya geçirilmiş ilk kesitidir. Asr-ı Saadet’ten önce hiçbir tarih kesiti ne Asr-ı Saadet kadar detaylı ne de Asr-ı Saadet kadar kritik edilerek anlatılmıştır. Bu açıdan Asr-ı Saadet, insanlığın yazılı tarihinin gerçek anlamda başlangıcı ve ilk sağlam örneğidir.

Müslümanlar arasındaki ihtilaflar da Asr-ı Saadet’in kayda alınmasındaki sağlamlık açısından rahmettir. Farklı görüşlerdeki Müslümanlar, amansız bir kritikle rivayette bulunmuş, böylece Asr-ı Saadet, insanlığın tanıklık etmediği bir kritikle yazıya geçirilmiştir. Raviler, destekleyicileri ve muhalifleri tarafından bir bir tetkik edildiği gibi, metinler de hem kendi içlerinde hem benzerleri ve karşıtları açısından insanlığın benzerini dahi bilmediği bir tahkike tabi tutulmuştur.

Buna rağmen, oryantalistler, şu bilgide ravi eksik, şu ravinin muhalifi onun hakkında şunu dedi, diyerek insanlık tarihinin bu hayrete düşürücü evresi hakkında kuşkular örmeye çalışırlar. Oryantalistlerin okuduklarının içine gömülüp terfi, makam ve kabul sevdasıyla tutuşan “kör profesyonel” ilahiyatçılar onların dümen suyuna gitmiş, “Şu ravinin böyle bir kusuru yok mu ya?” diye ahkam kesmişler. Gözleri Mason tapınaklarında bağlanan tarihçiler de onlardan beslenip neredeyse bütün tarihimiz hakkında şüpheler uyandırmışlardır. Bu iş, bugünlerde Kemalizme göz kırpan birinin İmam Buharî Hazretleri hakkında şüpheler uyandırma düşüklüğüne bile varmıştır.

Onları okuyan cahil laikler, “Ne olacak işte on beş asır önceki bilgiler!” deyip Asr-ı Saadet’in neredeyse varlığını bile kabul etmiyorlar.

SÜMERLERİ KABUL!

Sümerler, acaba ne zaman tarih sahnesinde yer almışlar? Sıkı durun, 2000 yıl önce falan değil. Milattan Önce 4000-2000 yılları arasında… Yani 4000 yıl ile tam 6000 yıl öncesi arası… Yazılı tarih var mı? Yok. Ravi var mı? Yok. Tabletlerde bulunduğu iddia edilen metinleri çoklu okumalara tabi tutmak mümkün mü? Hayır! Ama Yahudi Profesör Kramer, her şeyi dün olmuş gibi anlatmakta. Diğer oryantalistler ise her harfi dahi tetkik edilen Asr-ı Saadet anlatımları etrafında bin bir kuşku oluşturmakta. Kemalistler, 1400 yıl öncesi işte deyip Asr-ı Saadet’i reddetmekte. Apocular, onları papağan gibi tekrarlamakta. Ama 6000 yıl öncesi yaşandığı iddia edilen Sümerler tarihini hiç sorgulamadan kabul etmekteler.

Allah’ım, propaganda ile hakikat arasındaki bu savaş, nasıl bir şey? Bu, nasıl bir körlük? Propaganda nasıl olur da hakikate bu kadar galip gelir? Bize yük getireceğinden hiç düşünmedik, düşünmek istemedik.

SİSTEMİ ANLAMAK…

İslam bir hakikat ve Sümerler, efsane. Müslümanlar, ilerlemek isterken hakikatten koparılıp tarih öncesi efsanelere götürülüyor. Böylece tek kelimeyle insanlıktan uzaklaştırılıyor, daha doğrusu insanlıktan çıkarılıyor, nesneleştirilip köleleştiriliyor. Üstelik özgürlük hatta istiklal adına.

En tepede bir Yahudi, Kramer… Yahudi’nin aracısı ulusalcı Türkçülük iddiasındaki bir uydurma profesör Kemalist memure… Kemalist memurenin yedeği müftülükten atılma bir Kemalist… Hepsinin altında ulusalcı Kürtçülük iddiasındaki Öcalan…

Biz, bunun dehşetini yeteri kadar hissedemedik. Hissetmeyi göze alamadık.

Bu nasıl bir örgütlenme? Titiz bir propaganda için nasıl bir ağ… Cephelerde büyük orduları yenmek için, ordularını titizlikle savaş nizamına sokanlar, ancak bu kadar titiz bir planlama ve örgütlenmeye gitmişlerdir. Onların karşısında ise sözden bizim adımıza ama oryantalistlerin ağzına bakan modernist ilahiyatçılarla Mason tarihçiler…

Bu, kesinlikle tank ve toplarla gelen İtalyan ordusu karşısında Ömer Muhtar değildir; sözde istilacıların karşısında duran hakikatte onların aracıları, işbirlikçi birliklerdir.

Topraklarımızı “yumuşak kuvvetler”le istilaya kalkışan sistem işte böyle bir şey...

Aman Allah’ım, biz bunu nasıl anlatacağız? Ulus devletlerin cahil bırakmakla kalmayıp fenaca ürküttüğü ve rızık korkusuna sürüklediği Müslümanlara bu hakikati nasıl duyuracağız?

“Rasyonel” düşünüp iki kere ikinin hep dört ettiğini kabul edersek normalde İslam’ın böyle bir örgütlenme, strateji ve propaganda karşısında çoktan ölmesi gerekir.

Düşmanımızı çıldırtan, onların bütün rasyonelliğini iflas ettiren, “bilim” tanrısını ya da sihrini çöpe atan işte dinin böyle dayanıklılığıdır. Onlar haşa Müslümanların Allah’ı artık yardımlarına gelmiyor, diyorlardı. Oryantalistler, istila ordularını bu iddia ile istilaya cesaretlendirdiler.

İşin hakikatinde ise bu dinin dayanıklılığı onların “bilim” diye uydurdukları tanrılarını veya sihrini iflas etme noktasına düşürmüştür.

Bunun için bugün çıldırmışlar, “yumuşak kuvvetler”den umut kesip katliamlara, soykırımlara umut bağlamışlardır.

Hedef, en az bin yıldır omuz omuza vererek mukaddes toprakları muhafaza eden Türk ve Kürtleri, İslam’dan uzaklaştırıp efsanelerle uğraştırmak, Kudüs muhafızı kardeşleri Filistin halkını bir başına bırakıp imha etmek ve Mescid-i Aksâ’nın yerine tapınaklarını inşa etmektir.

Sistemi biraz olsun çözebilsek ve hakikatimize biraz olsun dönsek katliam ve soykırımları, yalnız onların ölümüne ve soylarının kurumasına vesile olacaktır.