• DOLAR 34.623
  • EURO 36.228
  • ALTIN 2919.432
  • ...

Türkiye siyasetine bakılırsa milliyetçi partilerin sayısı artıyor. Milliyetçi partilerin bir bölümü dindarlaşıyor. Türk İslâmî kesimi de milliyetçileşiyor. Böylece sistem; milliyetçilik ve Müslümanlık ortak paydasında, esaslarından uzaklaşarak bir dönüşüm geçiriyor.

Ne var ki siyasette çoğu zaman görüntü aldatıcıdır. Özellikle günümüzün siyaset paradigmasında “imaj” denen görüntü; özün dışa vurumu değildir, özün saklanması veya başka amaçlarla özden farklı bir yapıda üretilir.  

Milliyetçi partiler, bu iç - dış farkında daha da şaibeli bir geçmişe sahipler. Milliyetçi partiler, dış bağlantıları ne olursa olsun, “millî partiler” oldukları yönünde bir algı oluşturmak ve geçmişte halkta, komünizme karşı tepkiyi sistem içinde tutmak için dindar bir imaj oluşturdular. Yaşam tarzı olarak dine tamamen uzak milliyetçi liderler, İslâmî sloganlar attılar, İslâmî söyleme başvurdular, bu slogan ve söylemlerle hak etmedikleri kabuller gördüler.

Günlük siyasetten anlamayan, çağın öz - imaj farkını çözemeyen tasavvuf dergahları başta olmak üzere geçmişte pek çok İslâmî çevre, milliyetçi partilere bu slogan ve söylemlerden dolayı oy verdi. Sonra yanıldığını anlayıp hâline hayıflandı, itibar kaybetti.

Geçmişin milliyetçi partilerinde siyaset yapan pek çok isim, 28 Şubat’tan sonra açıkça İslam karşıtı bir rolde siyaset yaptı. Yaşar Okuyan, Agah Oktay Güneri gibi isimler bir yana Zafer Partisi Genelbaşkanı malum isim dahi bugünkü profilinden çok farklı bir yerde göründü. Aynı takımdan Namık Kemal Zeybek ise yıllarca muhafazakâr çevrenin ağabeyliği gibi bir role dahi bürünmeye çalıştı. Oysa bugün Zafer Partisi ile aynı çizgide. Yine bir dönem Türkiye Yazarlar Birliği Başkanlığı yapmış Lütfü Şahsuvaroğlu, bugün Zafer Partisi genel başkan yardımcısı makamında.

Öte yandan Türkiye’de yaygın yaklaşım içinde dindarlaşmak hem yerel sisteme hem uluslararası sisteme kafa tutmak ile eş anlamlı kabul ediliyor. Hâlbuki Türkiye’de 15 Temmuz Darbe Girişimcilerinin kimliği, dindarlaşmanın veya dindar görünmenin mutlak manada ulusal ve uluslararası sisteme kafa tutmak anlamına gelmediğini ayan beyan ortaya koydu.

Dindarlaşmanın, mutlak bir şekilde ulusal ve uluslararası sisteme kafa tutmakla bir tutulması, sistemin esaslarının bilinmemesinden kaynaklanıyor. Analizimizde bu bağlamda sistemin esaslarını ele alacağız.

SİSTEMİN ESASLARI

Yüz bir yaşını dolduran Türkiye Cumhuriyeti, özde birbirini tamamlayarak sistemi Batı ekseninde tutan üç esas üzerine kurulmuştur: Batıcılık, milliyetçilik ve laiklik.

Bu kavramlar, zamanla tabii bir içerik değişimine uğramaktan öte, daha çok günün koşulları doğrultusunda yeniden yorumlanmaya uğramışlardır.

Kavramların özü değişmemiş, sadece onların anlaşılma ve uygulamalarında bir dönüşüm yaşanmıştır. Kavramlar, bu dönüşüm içinde Türkiye’nin dış siyaseti gibi, iç siyasetini de belli bir eksende, daha doğrusu belli bir yörüngede tutmuşlardır. Dönüşüm burada sadece çağa uyarlanma işlevi görmemiş, aynı zamanda sistem için konjonktüre uygun bir esneklik ve sisteme karşı olanlar için yanıltıcı bir umut oluşturmuştur.

Bu doğrultuda Batıcılık, Türkiye Cumhuriyeti’nin Batı kampında bulunmasını ifade eder. Batı için esas olan budur, bu kampta kalışın yardımcı unsurları ise milliyetçilik ve laikliktir.

Milliyetçilik ve laiklik ikilisinden laiklik, sanıldığının aksine Batı için olmazsa olmaz değildir. Nitekim, Batı’nın Avrupa kanadı devrinde Körfez ülkelerinin dış politikada laik olmaları yeterli görülmüş; içeride laik olmamaları Batı için bir sorun olarak öne sürülmemiştir.

Türkiye iç siyasetinde de Batı; laik olmayı ve laikçi olmayı önemsiyor. Ama ondan önce siyasi yapının rengi ne olursa olsun, Türkiye’yi Batı ekseninden çıkarma niyetinin olup olmadığına bakıyor. Siyasi yapı, böyle bir niyete sahip değilse genel olarak makbuldür ve günün birinde birlikte çalışılmaya adaydır.

Başka bir ifadeyle laikçi olmamak zannedildiği gibi, mutlak manada sistem dışında kalmak anlamına gelmiyor.   

Şimdi, bunu göz önünde bulundurarak belki bugüne kadar hiçbirimizin aklına gelmemiş bir soruyu soralım: Sistemin esaslarından laiklik ve milliyetçilik ikilisinden hangisi önceliklidir? Başka bir ifadeyle ikisi arasında kalındığında hangisi diğerine tercih edilir? Hangisi daha esastan bir ilkedir?

Bu soruya “Tabii ki laiklik!” diyenlerin çoğunlukta olduğundan şüphem yok. Daha kapsamlı düşünenlerimiz ise muhtemelen “Bu mevzu, tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan, mevzusuna benziyor!” diyeceklerdir.

İki kesim de yanılıyor. Milliyetçilik, paradoksal bir şekilde laik bir siyasi eğilim olarak laiklikten daha kadimdir. Laiklikten milliyetçilik üretilmemiştir, aksine milliyetçilik üzerinden laiklik oluşturulmaya çalışılmıştır. Başka bir ifadeyle, milliyetçilik gerek Batı’da gerek dünyanın diğer kesimlerinde laiklikten önce bir siyasal hareket olarak oluştu ve laikliğin benimsenmesine katkı sağladı.

İslam dünyasına gelince, Avrupa’nın yönetim paradigması, birlik; Müslüman dünyanın paradigması milliyetçilik olarak belirlenmiştir.

Müslüman dünyada milliyetçilik Batı adına;  

(1) Birey ve toplumları Batılılaşma yönünde dönüştürecek

(2) İstilalara karşı kurtuluş mücadelelerini Batı’yla uzlaşmaya götürecek

 (3) Batı’ya karşı oluşacak kurtuluş mücadelelerini bastıracak

sihirli bir yapı ya da yedi başlı canavar olarak tasarlanmıştır.

Nitekim, bugün Müslüman dünyada milliyetçilikler çatıştırılmakta; Batı ile uzlaşmak isteyenler milliyetçi sentezlere gitmektedir. Öyle ki son dönemde yeniden piyasaya sürülen mezhepçilik dahi kendisine ancak milliyetçilik potasında yer bulabilmektedir.

İslam dünyasında milliyetçi hareketler, bir özgürlük hareketi olarak değil, Batı ile uzlaşı hareketi olarak oluşup gelişmişlerdir. Bu, Arap milliyetçiliğinden Pakistan milliyetçiliğine net bir gerçekliktir.

Türkiye’de ise milliyetçilik;

(1) Osmanlı gençlerini Ümmet’ten koparmak

(2) Osmanlı gençlerini Kur’an ve Sünnet’ten koparmak için İslam öncesi efsanelerle uğraştırmak

(3) Osmanlı gençlerini milliyetçileştirerek Osmanlı ordusu ve toplumları arasına ayrılık tohumları ekmek ve Osmanlı’yı parçalamak

(4) Anadolu milliyetçiliği versiyonuyla Osmanlı gençlerinin zihin dünyasından büyük devlet olma fikrini silmek

(5) Yine Anadolu milliyetçiliği versiyonuyla Osmanlı gençlerini Turan dünyasından da koparmak

(6) Anadolu milliyetçiliğini kafatasçı bir ırkçılığa dönüştürerek Türkiye’nin iç barışını bozmak ve istikrarlı bir bölge gücü olmasını engellemek

(7) Laikliğin toplum tarafından kabul edilmesini sağlamak

için çok yönlü bir silah olarak iş görmüştür.

Milliyetçiliğin sicili Türkiye’de sorunludur. Milliyetçilik, Karadeniz Bölgesi, Erzincan-Adana hattı ve Toroslarda dindar ailelerin gençlerinin laisizme geçişleri için bir ara süreç eğilimi olarak kullanılmıştır. Türkiye’nin sahil kesimleri ve büyük şehirlerde ise daha çok mafyatik yapılar, milliyetçiliği suçlarını saklamak için bir görüntü olarak kullanmışlardır.

Bu kabarık sicil karşısında Türkiye, 12 Eylül’den sonra, kendisini milliyetçi siyasetin kısıtlamalarından kurtarma yoluna gitti. Turgut Özal, bu yönde kayda değer adımlar attı.  “Sistemin korucuları”, Turgut Özal’ın en çok bu yanından huzursuz oldu ve milliyetçiliği ona karşı doğrudan bir silah olarak kullandı. Önce milliyetçi köklerden gelen bir Anadolu genci aldatılıp ona karşı suikasta sürüklendi. Başarılı olunamayınca partisi 12 Eylül öncesinin milliyetçi görünümlü ulusalcılarının eline verildi, milliyetçi ağlarla sarıldı, böylece sistem içine çekilip tüketildi.

MİLLİYETÇİLİK AĞININ YENİDEN ÖRÜLÜŞÜ

Türkiye, Turgut Özal’dan sonra bir fetret süreci yaşadı ve aksi yöndeki bütün faaliyetlere rağmen AK Parti’yi iktidara getiren süreç işledi.

AK Parti, milliyetçi kesimin devrin ANAP ve DYP ikilisinin her yanına sinmiş milliyetçilerinin aleyhteki propagandalarına rağmen iktidar olabildi. İktidar olduktan sonra da ona karşı “sistemin korucuları” açık bir şekilde “Ergenekon Soruşturması” olarak bilinen soruşturmalara konu olan ulusalcı-ırkçı mücadele geliştirdiler.

Dikkatler üzerinde kalırken sistemin başka derin korucuları, akademi ve edebiyat çevrelerinde alttan alta örgütlenerek en az ulusal solcular kadar ve onların etkisi altında ırkçılığa çok yakın bir milliyetçiliğe yöneldiler.

Hükümet, “Ergenekon” tehdidini atladığında küreselci uluslararası sistemin tehditleriyle yüz yüze kaldı, “Çözüm Süreci/Kardeşlik Hareketi” projesi ile Kürt meselesini PKK Sorunu bağlamında çözüme yöneldiğinde ikili bir tepki ile karşılaştı: Bir yandan küreselciler dindar köklerden gelen bir partinin etnik bir sorunu çözmeyi, İslam aleminin tümü açısından hayati bir tehlike olarak gördüler, diğer yandan milliyetçi çevreler maharetiyle hükümetin üzerine korlar attılar.

Hükümet, milliyetçiliğin sistemin fay hattı olduğunu gördü. O fay hattına karşı önlem almanın; ona karşı bütün cepheleri harekete geçirdiğini fark etti ve küreselcilere karşı, milliyetçi ve ulusalcı cephe ile uzlaşıya gitti.

Görünürde hükümetin bu cepheyle uzlaşısı, küreselci sisteme karşı durmaktı. Esasta ise milliyetçiliğe yöneliş, sistemle içerde ve dışarda bir uzlaşı yoluydu.

Zira milliyetçiliğe muhalif paradigma Ümmetçiliktir. Hükümet, Ümmete yöneldiğinde I. ve II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan sistemin ABD ve Rusya eksenleri farkı söz konusu olmadan bütününün tepkisini çekerken milliyetçiliğe yöneldiğinde ABD’nin tepkisi bir ölçüde dinerken Rusya’nın tepkisi desteğe bile dönüşüyordu.

Küreselciler, 15 Temmuz’da darbe ile hükümetten kurtulmak istediler. Bunu başaramayınca milliyetçiliğe yönelişi sistemle uzlaşıyı kerhen kabul ettiler. Hükümet de bu uzlaşıyı zorunlu gördü ve Türkiye’de siyaset ekseni milliyetçiliğe doğru kaydı. Başka bir ifadeyle hükümet, milliyetçilerle uzlaşarak sistemin fay hatlarıyla daha fazla uğraşmaktan vazgeçti, sistemle bir tür uzlaştı; milliyetçiler ise var oluşları gereği, uluslararası sistemle uzlaşı içindeydiler. Böylece hükümetin milliyetçilerle uzlaşısı onu tabii olarak uluslararası sistemle uzlaşıya götürdü. Uluslararası sistemin dilediği laik milliyetçi bir iktidardır. Bu, mümkün olmayınca sistem, milliyetçi muhafazakâr bir yapıya ses çıkarmadı çünkü bu yapının Rusya tarafından kabulü açıktı ve tamamen o tarafa geçmesi söz konusuydu.

Buna karşı milliyetçiliğe yöneliş, Arap İslam aleminde burukluğa yol açarken Türk dünyasının da Türkiye’nin bütün adımlarına rağmen Türkiye’den uzaklaşmasına yol açtı. Zira Türk milliyetçiliği, Turancılık boyutuna vardığında başta Azerbaycan olmak üzere bölgedeki yönetimlerin anlamsızlaşması anlamına geliyor.

Asıl mesele, Türkiye’nin içi ile ilgili ve buradaki büyük risk şudur: Türk halkı, bugüne kadar sistemin bütün çabalarına rağmen ırkçılaşmadı, İslam kardeşliğini bir ölçüde korudu. Oysa bu kez akademi ve edebiyat çevrelerinin Türk-İslam sentezciliğini ırkçılık boyutuna doğru götürmesiyle bizatihi halk, ırkçılaşmak gibi bir risk altında.

israili bölge gücü hâline getirmek isteyen emperyalizmin bütün kanatlarının istediği tam da budur. Türkiye, bunu fark etti ve şimdi bizzat milliyetçilerden milliyetçiliğin yol açtığı meseleleri çözmeleri isteniyor. Ancak bütün milliyetçiler kontrol altında değil. Uluslararası sistem, kontrol ettiği ulusalcı ırkçılar ve milliyetçi çevreler üzerinden Türkiye’yi dar bir milliyetçi eksende tutmak için çok yönlü imkânlarla girişimlerini sürdürüyor.

Sistemin hedefi, Türkiye’nin I. ve II. Dünya Savaşı yılları sonrasında oluşmuş yapıda kendi yerinde kalmasını sağlamak, onun İslam dünyasına ve Türk dünyasına açılan bir bölge gücü olmasını engellemek. Bunun için Türkiye’yi iç meseleleri içinde tutmak, onu sorunlar yumağı içinde kalan bir coğrafya ile sınırlı tutmaktır. Milliyetçilik, yüz yıl önce Osmanlının dağıtılmasında gördüğü işlevi bugün bu işlevde görüyor; Batı için bir tür maymuncuk işlevi yapıyor.

Dolayısıyla milliyetçilik, sistemin esas ağıdır. O ağa yakalanan artık tutsaktır. Ne yazık ki Türkiye, net bir şekilde milliyetçilik ağında.

Akıllar tutulunca hakikatleri kendiniz değil, sizin dışınızdakiler anlar ve onlar, günbegün sizi kuşatırlar.