• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...

Kudüs, bir Mirac Gecesi’nde 27 Receb 583’te Cuma günü fethedildi. Bu da Milâdî Takvimle 2 Ekim 1187’ye denk gelmektedir. Dolayısıyla biz, Hicrî Takvimle fethin 863’üncü, Milâdî Takvimle 834’üncü yıldönümündeyiz.

Tufanü’l-Aksâ da Yahya Sinvar’ın komutasında bu fethin 833’üncü yıldönümünde, 7 Ekim 2023’te başladı. Dolayısıyla aynı zamanda Tufanü’l-Aksâ’nın yıl dönümündeyiz.

Kudüs için Gazze’de başlayan bu mukaddes harekatın dokuz asır sonra, Kudüs’ün 1187’deki fethiyle ilişkilendirilmesi Müslümanlar arasında Kudüs şuurunun sürekliliğinin, bir sabite olarak kalacağının delillerinden kabul edilmelidir. Bu delil, Müslümanlar için umut, siyonistler için korkudur.

Hâlâ Kudüs minarelerinden “Eyne Selâhaddin? (Selâhaddin nerede?) çağrılarının yükselirken çağın Kudüs şuurunun kökleri üzerinde düşünmek kökle gövde ve dalları bütünleştirip bu şuuru bir kurtuluş meyvesine dönüştürecek çalışmalar yapmak gerek.

Bu münasebetle, SALAH (Selâhaddin-i Eyyûbî Enstitüsü) tarafından İstanbul’da “Selahaddin'den Aksâ Tufanı’na” başlığı altında verimli bir program düzenlendi. Programa katılım, Kudüs davasının kalplerde oluşturduğu heyecanın başlı başına bir delili idi. İnşaallah bu heyecan, Ümmet’in tamamına yayılır.

Kudüs meselesi, Müslümanlar nezdinde bir gündem olmaktan, bir dava düzeyine çıkmalı. Davanın bir yanı istemek ise diğer yanı çağrıdır.

Bir isteğin bir çağrı ile bütünleşmesi ve o istek ile o çağrının aynı hedef doğrultusunda bütünleşip bir stratejiye dönüşmesi, bir kurtuluş reçetesi ve takvimi oluşturur.

Buradan başlayarak Kudüs’ün kurtulması için üç buluşmanın zorunluluğundan söz edebiliriz.

Birinci zorunluluk: Kudüs’e kavuşma isteğinin, Kudüs davasına yönelik bir çağrıya dönüşmesi, bu çağrının Kudüs’ü kurtarma hedefine yönelik bir strateji hasıl etmesi ve o stratejide bir kurtuluş takviminin belirlenmesidir. Sade bir ifadeyle bunu, “İstek-Çağrı-Strateji-Kurtuluş Takvimi” şeklinde ifade edebiliriz.

İkinci zorunluluğumuz: Kudüs’ün bizim yani Ümmetin davası olduğunu kavramak, lâkin her birimizin onu kendi davası gibi “benim Kudüs davam” diye benimsemesi ve o Müslüman “ben”lerin Ümmetsel bir “biz” olarak Kudüs için seferber olmasıdır. Bunu da “Bizim Kudüs’ümüz-Benim Kudüs’üm- Bizim Kudüs’ümüz” halkasıyla ifade edebiliriz.

Üçüncü zorunluluğumuz: Kudüs davasına iman etmiş bir toplum ve adil idareler inşa etmemiz; müspete odaklanarak birbirlerinin kusurlarını affedip olumlu yanları üzerinde buluşan, olumlu kabiliyetleri, faziletleri buluşturarak Kudüs için seferber eden bir toplum ve idare bütünlüğü oluşturmamızdır. Bunu da “İman-Adalet-Af toplum (müspete odaklı toplum)” şeklinde ifade edebiliriz.

Birinci zorunluluğu daha önceki Kudüs ve Aksâ Tufanı analizlerinde izah ettik. Bunun için bu analizde doğrudan ikinci ve üçüncü zorunluluğa geçeceğiz.

KUDÜS: BENİM KUDÜS’ÜM

Kudüs Ümmetindir. Öyle ki Abdülkāhir el-Bağdâdî’ye göre Hz. Peygamber salallahü aleyhi vesellem ahirete intikal ettiğinde Ashab’ın bir kısmı, Ravza-i Mutahhara’nın Mekke’de, bir kısmı Medine’de, bir kısmı da Kudüs’te olması gerektiğini ifade etmiştir.

O gün Kudüs, Bizans istilası altında olmasına rağmen Ashabın, Allah tamamından razı olsun, böyle bir fikir beyan etmesi, Ümmet’te Kudüs davasının henüz ilk günde inşa edildiğine bir kez daha işaret eder.

Kudüs, bir İslam yurdu olduğu için, Kudüs davası bir Ümmet davasıdır. Kudüs, Ümmetin mukaddes üç şehrinden biri olduğu için Kudüs davası özellikle Ümmetin davasıdır.

Müslümanım diyen herkesin Kudüs’le ilgili bir çabası olmak durumunda. Kudüs’ü kurtarmak, bir İslam yurduna karşı sorumluluk gereği, farz-ı kıfâyedir. Kudüs davası, sadece orada yerleşik olanlara ya da oranın civarında oturanlara bırakılamaz. Filistinliler ve Lübnanlılar, Kudüs davasının mağdurlarıdır. Kudüs davasının yükü, sadece onlara yüklenemez. Ümmet, Kudüs’e kavuşma isteğini fertlerine yaymak, o isteği bir çağrıya ve o çağrıyı bir stratejiye dönüştürmek, o strateji içinde de bir kurtuluş takvimi oluşturmak durumundadır.

Lâkin “biz”e ait görmek, çoğu zaman biraz ortada bırakmak, amme malı hâline getirmek, sorumluluğu başkasına yüklemek anlamına da gelir. Ki çoğu zaman “bizim” diye anlattıklarımız, harap köy odaları, eskinin yıkık dökük lojmanları misali sahipsiz kalanlardır.

Öyleyse “bizim Kudüs’ümüz”ün yanında “benim Kudüs’üm” şuurunu inşa etmeli, her birimiz Kudüs’ü kendi gasp edilmiş, tapulu malı gibi görmelidir. Mal, senin ise kardeşinin orayla ilgili duyarsızlığı hatta ihaneti bile seni onu elde etme davasından caydırmaz.

Bu bağlamda Sultan Abdülhamid’in Filistin’i kendi adına tapulamasının bambaşka bir anlamı vardır: Kudüs’ü kendi tapulu malı gibi sahiplenmek. O tapu âdeta Ümmet’in her bir ferdi adına yapılmıştır. Dolayısıyla her birimiz Kudüs’ü kendi gasp edilmiş tapulu malı gibi sahiplenip gasıpların elinden kurtarmak için çalışmalıyız.

Kudüs’ün fatihleri de Kudüs’ü böyle sahiplenmişler ve onu oradan Ümmetin davası döngüsüne kavuşturup kurtuluş harekâtı başlatmışlardır.

Kudüs’ün Resûl-i Ekrem-Hz. Ebûbekir-Hz. Ömer ve Ebû Ubeyde b. Cerrâh-Halid b. Velid silsilesi tarafından fethi birinci fethi oluşturur. İkinci fethi ise yıldönümünü idrak ettiğimiz Selâhaddin’in onların yolu üzerinden fethidir.

Bu ikinci fethin de iki silsilesinden söz edilebilir: Büyük Selçuklu Hükümdarı Muhammed Tapar-sair Musul Atabegleri ve İmâduddin Zengî- Vali Necmeddin Eyyûb- Komutan Şirkûh- Melikü’l-Adil Nûreddin-ve Melikü’n-Nâsır Selâhaddin silsilesi… Bu, komuta silsilesidir.

İkinci silsile ise şuur silsilesidir: Gazzâlîci fikriyat- Necmeddin Eyyûb- Şirkûh-Fakih İsa el-Hakkârî-Mecduddin İbn Dâye-Nûreddin-Selâhaddin silsilesi.

Gazzâlîci fikriyatın buradaki üstadı da icracısı da Necmeddin el-Eyyûb’dur. Necmeddin Eyyûb, siyasi ve askeri bir davayı, sûfice bir tevazu ile Irak’ı tanımış bir siyasi deha olarak bir iman-adalet-af davasına dönüştürmüştür. Kudüs davasına iman eden kadın ve erkeklerden oluşan bir nesil yetiştirmiştir.

Bir yandan o, aslında dergâh sahibi bir mürşid gibidir ama hiç de o rolde değildir; diğer yandan o ince bir stratejinin mimarı olan bir devlet adamıdır ama o rolden de uzak durur. Kâmil bir önder olarak yol gösterir ve sorun çıkmadıkça icrayı yetiştirdiği nesle bırakır.

Necmeddin Eyyûb’un buradaki rolü sadece Şîrkûh, Nûreddin, Selâhaddin, Sittüşşâm Hatun, İsmet Hatun, Ferruhşah, Takıyüddin Ömer gibi büyükleri yetiştirmek değildir. O, aynı zamanda Ümmeti kan dökmeden birleştirmenin ve Kudüs’ü slogan atmadan sesiz sedasız kurtarmanın da planlayıcısıdır.

Onun yetiştirdiği neslin her bir ferdi Ümmetin Kudüs davasını âdeta kendi şahsi davası olarak benimsemiş ama onu Ümmetin davası olarak yürütmüştür. Onlar, davayı o kadar benimsemişler ki çağın aklı eksikleri ve şeytanları, onların Kudüs davasını gütmekle aslında şahsi bir dava güttüklerini dahi öne sürmüşlerdir.  

Şîrkûh’un büyük fedakârlığı başlı başına bir çalışmanın konusu olabilir. Nûreddin’e gelince esasen Halep emiri olduğunda Kudüs’ü kurtarma sorumluluğu onda değildir. Kendisinden önce Abbasî Halifesi, Irak Selçuklu hükümdarı ve Musul Atabegi olan ağabeyleri var. Şam’a hükmeden Tuğteginliler de ondan daha güçlü ve Kudüs’e daha yakındırlar. Ama o Kudüs davasını şahsi davası gibi benimsemiş ve Kudüs’ün minberini inşa edip fetih stratejisini oluşturmuştur.   

Selâhaddin, Mısır’a vezir olduğunda Kudüs davası öncelikle Nûreddin’indi. Ama Selâhaddin, Kudüs’le ilgili cihadı neredeyse tamamen üstlendi.

İbn Şedâd’ın onunla ilgili şu notu tarihi bir değere sahiptir:

“Sultan, çocuğunu kaybetmiş bir anne gibiydi, atı üzerinde birlikler arasında koşturup askerleri cihada teşvik ediyordu. Yardımcıları, onun dilinden “Haydi İslâm’ın imdadına!” diye seslenirken o, Müslümanların başına gelen belaları, Müslümanlara yapılan gaddarlıkları düşündükçe daha büyük hevesle hücum ediyordu. Gün boyu ağzına bir lokma yemek koymadı. Ancak doktorunun hazırladığı içecekten bir miktar içebildi.”  

Akkâ önlerindeki izlenimleri anlatan bu paragraf bu meselede “biz-ben-biz” sorumluluk şuuru halkasını tamı tamına anlatmaktadır: Bir yandan evladını kurtarmaya çalışır gibi çalışmak, öte yandan küffarın boynuna kılıç sallarken “Haydi İslam’ın imdadına!” çağrısıyla Ümmeti Kudüs davasına yöneltmek. Sonra tavrını, gelenlere ve gelmeyenlere bakarak değil, İlâhi emir ve rızaya göre belirlemek…

İşte kurtuluş formülü bu… Onlar bunu başararak bir Mirac Gecesi Kudüs’ün fethine ulaştılar.

Fethedince de Selâhaddin Mescid-i Aksâ’nın mihrabını inşa etti ama yeni bir minber inşa etmek yerine Nûreddin’in minberini getirip Aksâ’ya yerleştirdi. Böylece minber ile mihrap, cami çatısında buluştu. Bütünlük hasıl olunca küffarın kalbine korku girdi. Küffar, neredeyse sekiz asır boyunca Kudüs’e galip olarak giremedi.

KURTULUŞ HALKASI: İMAN-ADALET-AF

Kudüs davasının bu örnek nesli, mü’minleri Kudüs davası etrafında buluşturdu. Tüccarları, mühendisleri, şairleri, sûfileri davaya ortak ettiler. Necmeddin Eyyûb’un aklı ile tüccarlar ülkeyi zenginleştirirken mühendisler imar etti, şairlerin coşkulu dili, sûfilerin güvenilirliğiyle buluştu ve o birleşik kuvvet Ümmeti Kudüs davasına çağırıyordu. Kadınlar ise vakıflar kurmuş, eğitim kurumları oluşturmuş, genç bir nesil yetiştiriyorlardı. Mücahidler işte bu iman etmiş toplum adına Allah’ın erleri olarak savaşıyorlardı.

Nûreddin’in ünvanı Melikü’l-Adildir. Onun adaletine Haçlı piskoposları bile şahitlik etmişlerdir. Selâhaddin’in Mısır’da tutulmasını sağlayan da adalettir. Onlar, Ömer-i Faruk’un ve Ömer İbn Abdulaziz’in adaletini ihya ederek Müslümanları etraflarında topladılar. Şam ve Mısır’da adalet esası üzerine iyilik devletini inşa ettiler.

Adaletin simgesi o büyük önderler, Ümmet arasında adaleti icra ederken söz konusu Ümmetin stratejisi olduğunda nesnel hukuka değil, maslahat hukukuna yöneldiler ve Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem’in Sünneti üzere müspete odaklanıp affı seçtiler.

Nûreddin’in kardeşi Nâsıruddîn ona iki kez isyan etti hatta belki Haçlıların hamisi Bizans hükümdarına bile sığındı ama Nûreddin, onu affetti ve sonuçta Nâsıruddîn bir mücahid olarak şehid oldu.

Nûreddin, Şam’da Ehl-i Sünnet’in emiri idi. Şiî İsmailî Fâtımîler, Bizans ve Haçlılarla iş birliği yapmış, Kudüs’ün istilasına yol açmışlardı. Sonra Haçlılarla savaştılar ama savaştıkça Haçlıların alanını genişlettiler. Vakti zamanında çok da Ehl-i Sünnet mensubu katletmişlerdi. Buna rağmen Nûreddin; Bizans Kralı Manuel ve Haçlı ittifakı karşısında ihtiyacı olduğunda bugün bazı uç yapıların söyleminden beri olarak Fâtımîlerden yardım istedi.

Fâtımîler, Haçlılarla bizzat birlik olup Babeyn’de onun ordusuyla savaştılar ve sonra Haçlıları Mısır’a aldılar. Ama Nûreddin, yüksek bir şuurla Ümmetin onuruna baktı ve Fâtımîler, yardım dilediklerinde tam üç kez ordusunu onlar için seferber etti. O Kudüs’ü kurtarma davasını üzerine aldı ve o yönde başkalarını seferber etti. (İnşaallah bu konuyu başka bir yazıda da işleriz.)

Selâhaddin, Haçlılar ve Hâşhaşilerle iş birliği yapan, bu yolda kardeşi Bori’yi de şehid eden Halep yönetimini affetti. Onlara karşı intikam peşinde olmadı.

 Kendisine karşı Tel Sultan’a kadar gelip savaşan, Haçlı ve Haşhaşi işbirlikçisi II. Seyfeddin Gazi’ye “Git serbestsin!” dedi. Daha ötesi hançerlerini onun boynuna dayayan Haşhaşileri de affetti. Sonuçta Halep’i de Musul’u da hatta Haşhaşileri de Kudüs davasına ortak etti.

Onların Necmeddin Eyyûb tarafından öğretildiği malum fikriyatı, kendilerinden sonra da yaşadı. Bunun en bariz örneği Baybars’tır.

Eyyûbîlerin memlukü Baybars, efendilerine ihanet etti. Haçlıların en büyük krallarından Aziz Louis’i yenen Muazzam Turan Şah’ı katletti. Sonra Moğolları yenen Kutuz’u da o öldürdü.

Buna rağmen Haçlı-Moğol kıskacındaki Kudüs için Müslümanlar, onu affettiler. O da bu affın hakkını vererek sonraki yıllarda Haçlılara karşı güçlü bir mücadele verdi. Moğollara karşı mücadelenin önderliğini üstlendi. Günahı Allah katındadır ama tövbesi, Müslümanlar nezdinde kabul gördü hatta faziletlerini anlatan kitaplar bile kaleme alındı.

Aksi bir durumda Müslümanlar, Baybars’la örfi bir mücadeleye girişselerdi muhtemelen bütün İslam dünyası Moğollar tarafından istila edilirdi ya da İslam dünyasının bir kısmı Moğollar tarafından Haçlılara verilirdi.

Buradan bakıldığında bugün bizi, örfi bir çatışma sahasına, kin ve intikama çekmek isteyenlerin kurtuluş reçetesine ne kadar uzak oldukları bir daha anlaşılır.