• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...

Şu gerçeklik önümüzde olduğu gibi duruyor: İslam’ı hakkıyla anlatamadığımız gibi, İslam düşmanlarını da hakkıyla teşhir edemiyoruz.

Neden?

Ne yazık ki bu sorunun cevabı, hep çok katı kalıplar içinde verilmiş. O kalıpların en yaygını ise şudur: İhlası zayıf, günahkâr kullarız, o yüzden anlatamıyoruz.

Bu cevap, niye hakkı gereği gibi anlatmadığımızı ifade edebilir. Ya zalimleri hakkıyla teşhir edememek? Onu neyle izah edeceğiz?

Sorumuz bugüne kadar cevapsız kalmıştır. Dolayısıyla bu konuda anlatılacak olanlar, daha çok bir ilk görüş noktasında olacaktır. Analizimizde bunun farkında olarak soruya cevap vermeye çalışacağız.

HAKKI ANLATMANIN ÖNÜNDEKİ ENGEL

Hakkı anlatmak konusundaki engellerden biri, “Hakkın yayılması için hak olması yeterlidir!” inancıdır.

Kur’an-ı Kerim, bize hakkı anlatmayı emretmektedir. Hz. Peygamber salallahü aleyhi vesellem, Ashabı ve sonraki İslam büyükleri bu emri hakkıyla yerine getirmişlerdir.

Onlar, bedenlerinden kaynaklı engellere takılmamışlar, arzularını dinlememişler, düşmanın çıkardığı engelleri aşmışlar ve canları pahasına hakkı anlatmaya devam etmişlerdir.

Bu emir ve örneklik karşısında bize ne oldu da “Hakkın yayılması için hak olması yeterlidir!” sözünde takılıp hakkı anlatma konusunda isteksiz davranıyoruz?

Bir Müslüman nasıl olur da Kur’an-ı Kerim’i, Siyeri, Hadis külliyatlarını okur da motivasyonu bozan bu inanışta takılıp kalır?

Bu inanış, bir yanıyla “Biz oturacağız ve hak kendiliğinden yayılacak. Biz, oturacağız ve hakkı yayan birileri zuhur edecek.” şeklindeki bir anlayışa dayanıyor.  

Bu inanışın diğer yanı ise insan eylemlerinin iradesi dışında gerçekleşip gerçekleşmediği ile ilgili yaklaşımlardan kaynaklanıyor.

 “İnsan ne yapsa boş!” diye özetleyebileceğimiz cebriyeci anlayışı henüz ilk asırda Müslümanlar alt etmemişler miydi? Öyleyse nasıl olur da aradan geçen on dört asra rağmen, Mü’minin aslî vazifelerinden olan hakkı anlatmak bu inanışa takılabiliyor?

Kanaatimce bunun en önemli nedeni, Asr-ı Saadet sonrası Müslüman imparatorlukların, halkı zapturapt altına almak için Müslüman iradesiyle gizli bir mücadele içine girmiş olmalarıdır.

Bu imparatorluklar, insan iradesini hiçleştirip değişim umutlarını kırarak birey ve toplulukları teskin etme yoluna gittiler.

İmparatorluklar, toplumun hareketliliğinden korktular ve toplumsal hareketliliği bastırmak için bir “sükûnet ideolojisi” geliştirdiler. Bu ideoloji doğrultusunda fert ve topluluklara “Hak, kendini yayar ve Allah isterse batılı bertaraf eder! Öyleyse ne diye kendini yoruyorsun?” dediler. Fert ve toplulukların kendilerini kötü gidişattan sorumlu tutmalarını engelledikleri gibi, onların kendilerini hakkı yayma vazifesinden de azat etmesine yol açtılar. Bu, sorumluluğu bertaraf ederek eylemsizliğe yöneltme taktiğidir. İmparatorluğu içeride sükûnette tutmak için başvurulan bu taktik ne yazık ki tutmuştur.

“Sükûnet ideolojisi”, Kur’an’ın emirlerine ve Sünnet-i Seniye pratiğine tamamen aykırıdır. Ama imparatorluklar, güçlü propaganda ağları ile bu aykırılığın fark edilmesini de engellediler.  

“Sükûnet ideolojisi”nin bir de amir ve memurlara bakan tarafı vardır: İmparatorluk ideologları, “Görev istenmez verilir.” dediler. Oysa Ashab uygulamasında görev talep etmek vardır.

Görev istenecek ki istek ile ehliyet buluşsun ve dehalar keşfedilsin. İsteğin önü kapatıldığında nice muhlis deha, kaybolup gider ve nice riyakâr kabiliyetsiz öne çıkar.

Yine imparatorlukların dayattığı “sükûnet ideolojisi”, kişinin eserini tanıtmasını da ayıp saymaktadır, tanıtımda bulunanı kınamaktadır. Oysa zahid ulemamız dahi mukaddimelerde eserini tanıtmış ve kimi zaman “Biraz abartılı olmadı mı?” denecek kadar övmüştür.

Zira insanın kabul görme isteği vardır ki kabul görüş, özellikle maddi bir karşılığı olmayan işlerde teşvik edicidir. Hakkı anlatan Müslüman anlatıcı, bu teşvikten yoksun bırakılmış, onun motivasyon kaynakları kurutulmuş, böylece hakkın anlatılmasında gerilik zuhur etmiştir. Bugün üretken Müslümanlar, kendilerini anlatmaktan utanmaktalar, onları anlatıp tanıtacak bir mekanizma da olmayınca yaşamın gürültüsü içinde kaybolup gitmekteler.

HAKKI ANLATMAKTA GÜNDEM ENGELİ

Müslümanlar, bugün büyük bir istila ile karşı karşıya. İslam yurdu çiğnendi, Müslümanlar, dünyanın dört bir yanında zulüm görüyorlar. Bu zulmü bertaraf etmek, her akıl sahibinin kabul edeceği üzere en mühim vazifedir.

Oysa (1) içimizdeki reformistler ve içimizde görevlendirilen reformistler (2) budala veya kontrol altına alınmış gelenekçiler, bizi Müslümanların hiçbir acilliği olmayan hatta büsbütün çözülmüş sözde meseleleriyle uğraştırıyorlar.

Her iki kesim paslaşarak ve birbirini besleyerek yapay gündemler oluşturuyor. Bizi onlarla uğraştırırken hatta bizi onlar üzerinden mizah konusu yaparken emperyalistler değerlerimizi ayaklar altına alıyor, gençliğimizi elimizden kaçırıyorlar.

Rabıta var mıdır, yok mudur, varsa vefat eden şeyhe mi yapılır, hayatta olana mı? Şu hâle bak, Beytullah’ın dahi istila altında olmasından söz ediyoruz. Mescid-i Aksâ’nın avlusunda kanımız oluk oluk akıyor. Adamlar, etraflarına birkaç kişi daha toplayıp onlar üzerinden “büyük” görünmek için sözü buralarda dolaştırıp zihinlerimizi meşgul ediyorlar, vaktimizi çalıyorlar ve düşmanımızı hâlimize güldürüyorlar.

Ya da Ehl-i Beyt’i ne kadar seveceğiz? Sübhanallah, bu konudaki kütüphaneler dolusu esere rağmen bize bu hususta ciddi ciddi tartıştırıyorlar. Bir kısmı Yezid’e neredeyse rahmet okuyacak, diğer kısmı Yezid’le uğraşmaktan Amerika ve siyonizmin zulmünü bize unutturacak…

Bunlar, emperyalizm adına hiç de boşuna kürek sallamıyor. Müslümanların hakkı anlatma motivasyonunu kırarak, bilerek veya bilmeyerek emperyalizme doğrudan hizmet ediyorlar.  

BATILI TEŞHİR ÖNÜNDEKİ ENGEL

Modern Batı, insan hakları dedikçe insana eziyet etti, yaşam hakkı dedikçe insan katletti. Bu hususta öylesine aşırı gitti ki işi nihayetinde kırk bin insanın katilini adalet ve özgürlükle doğrudan ilişkilendirilen ABD Kongresi’nde ayakta alkışladı. Düşüklüğünü alkışlarıyla teşhir etti.

Temsilciler Meclisi denen o mekânda alkışlanan ve Netanyahu denen katil, işkenceleri organize etti mi etti, insan yaktı mı yaktı, anne karnındaki bebekleri BM tarafından resmen yasaklanmış bombalarla paramparça etti mi etti. Ama bir kahraman gibi, dakikada birden çok kez ayakta alkışlandı.

O alkışlar, hak hukuk namına dip noktanın da altıdır. Peki, birkaç karikatüristimiz dışında, kimse bunu tasvir edebildi mi? Böyle bir tasvir, mutlak bir şekilde kitlelerle ABD yönetimi hatta bütün Batı arasında hendekler oluşturacak ve bir kopuşu sağlayacak iken biz, bu yönde bir şey yaptık mı? Hayır, peki bunu yapmamak zalimin zulmünü yanına kâr bırakmak değil midir?

Bildirmek yetmez, bilmek de yetmez. Bilgisiz kalan bir toplum, cahil olur. Ama bir toplum tek başına bilgilenmekle de bilinçlenmez. Bilinçlendirme bilginin işlenmesini gerektirir. Müslümanlar, düne kadar bilgi toplumu olmaktan uzaktılar. Bugün bilgi toplumu olma tutsaklığındalar. Hepimiz bilginin etrafından dönüp dolaşıyoruz ama bu bilgi nasıl bilince vesile kılınacak, buna kafa yormuyoruz, kafa yoranları ciddiye almıyoruz. Felaketimizin süreklileşmesinin bir yanı işte buraya bakıyor.   

Bir de İslam dünyasındaki laik yapılara bakalım:

Bunlar özgürlük dediler, özgürlük mücadelemizi Batı’ya esir ettiler. Hak hukuk dediler, dünyanın en zalim işkencehânelerini kurdular. Kadın hakkı dediler, Müslüman kadının üzerindeki giysiyi aldılar. Kalkınma dediler, madenlerimiz bir yana arşivlerimizi bile Batı’ya peşkeş çektiler. Milliyetçilik-ırkçılık cereyanları ile kan döktüler. Sınırları koruma iddiasıyla komşularıyla çatıştılar. Milletin malını yiyerek semizlediler. Şehirleri harap edip meydanlara devasa heykeller diktiler.

Bugün düştükleri noktada ise eşcinsel savunusunu Meclis kürsülerine bile taşıyorlar. Hatta işi köpekperestliğe kadar götürdüler. İnsanları zulümle itham ederken insan katleden köpekleri himaye ediyorlar. Maktullerin mağdur anne babalarını kahkahalar atarak tahkir ediyorlar. Köpek gibi havlayıp köpek eniklerini bebek gibi kucaklarında taşıyorlar.

Bu, öylesine bir sahne ki insanlık böylesini hiç görmedi. Ama biz, bunu teşhir edemiyoruz. Toplumu, bunların tutarsızlıklarının, düşüklüklerinin hatta hainliklerinin farkına vardıramıyoruz. Hâlleri üzeri bir bilinçlendirme yapamıyoruz.

Onlarla ilgili bir bilgi paylaşsak onunla gururlanıyoruz. Oysa çağın bilgi yağmuru içinde, bilgi damlacıkları çoğu zaman bir hiçtir.  Bilgi damlacıkları artık iş görmediği gibi sözümüz de karşılık bulmuyor ve içimizden birileri bile onlardan yana bir tutum içinde olabiliyor.

Peki neden?

Her şeyden önce yüzyıllardır İslam dünyasında batılı teşhirin bir cezası vardır. Bu ceza sadece işkenceye uğramak gibi, maddi de değildir. Batılı teşhir edenler, mizah konusu olmuş, itibarsızlaştırılmış ve ötekileştirilmiştir. Neticede Müslümanın batılı teşhir için kendisini feda etmesi gerekir ki çoğu kimse bunu göze alamıyor. Etkili olacak bir teşhir yerine, aleyhteki bazı bilgileri aktarmaya dayalı, cesaretten uzak, yüzeysel bir teşhiri tercih ediyor. Bu da tabii olarak istenen sonucu vermiyor.

Burada şöyle bir soru beliriyor: Batılı teşhir konusunda doğrudan anlatmaktan ürkenler, neden geçmişte bütün zulüm rejimlerinde olduğu gibi, sanatsal bir anlatıma yönelmiyorlar. Neden sanatsal bir anlatımla hem maksadına ulaşacağı hem zalimin zulmünden bir miktar da olsa kendisini koruyabileceği bir yola başvurmuyor?

Bunun önündeki engel, son elli-altmış yılda İslam aleminde Arap kıtası merkezli öldürücü gerçekçiliktir. Vehhabiliğin beslediği ve Hariciliğe de uzak olmayan bu öldürücü gerçekçilik, sanatın her türünü reddetmektedir. Bu akım, Müslümanları hem sanat üretmekten hem sanatı takip etmekten alıkoyuyor. Müslümanların dilini Harici kılıcıyla kesiyor.  

Batılı teşhir konusundaki ikinci bir engel ise Müslümanın Müslümanla uğraştırılmasıdır. Bir Müslüman, batılla uğraşmaya başladığında (1) Kültür havzasından kendiliğinden bazı engellerle karşılaşıyor. (2) Hakim güçler, farklı yöntemler kullanarak etkiledikleri şahsiyetleri onun önüne dikiyorlar.

Söz konusu Müslüman, bu engelden yüz çevirip batılla uğraştıkça, bu engel daha da aşırılaşır. Onu mutlaka kendisiyle uğraştıracak hakaretlere, haksızlıklara başvurur. Neticede o Müslüman “Nefs-i Müdafaa” diyerek bu engelle uğraşır ki artık batıl ondan yana rahat eder. Kendisi batılın oluşturduğu engelle uğraşırken batıl, istilasını derinleştirir. Türkiye’de “reddiyecilik” bunun en bariz örneklerinden biridir.

Ancak İslam aleminin diğer bölgelerindeki uç grupların hâli daha da olumsuzdur. Müslümanlar, “Mezar taşına dokunan müşrik olur mu?” diye sorup birbirlerine hakaretler yağdırırken istilacılar, neredeyse Hacerü’l-Esved’i söküp götürecek!

Müslümanın Müslümana yönelik eleştirisi tam anlamıyla iştah kabartıyor. Öyle ki her gün eksik tesettürle alay edenler, bu yönde oldukça keyifli bir mizah veya sinir bozucu bir öfke üretenler, çıplaklıkla ilgili iki satır yazmaya cesaret etmezler. Bunlar, İslam düşmanlarıyla uğraşarak değil, Müslümanın eksiğini duyurarak takvalarını ispat kaygısında olan kompleksli kimselerdir. Biz, onları dinlerken İslam düşmanları tesettürün son bakiyelerini de yok etme projeleri geliştiriyorlar.

Ortada bir hakikat var: Kendi aralarında kavgalı olanlar, dışarıya karşı ürkek olur ve birbirlerini çok eleştirenler, muhaliflerini eleştirmeyi unutur, rahat ettirirler. Bugün Müslümanların yaşadığı, daha doğrusu Müslümanlara yaşatılan budur.

SONUÇ OLARAK;

Hakkı anlatmak, konusunda Kur’an ve Sünnet-i Seniyye’ye rağmen gelişen anlayış, Müslümanların motivasyonunu bozuyor. Müslümanı konuşulması gereken gündemden başka gündemlere yönlendiren yapılar, Müslümanın hem motivasyonunu bozuyor hem itibarını zedeliyor. Böylece onun hedefine ulaşmasını engelleyerek onun umudunu kırıyor.

Batılı teşhir etmek konusunda ise bir ürkeklik söz konusudur. Ancak ondan daha çok etkili olan, Müslümanın Müslümanla uğraştırılmasıdır.

Biz, bugün bütün engelleri aşarak hakkı anlatma ve batılı teşhir konusunda cesur olmazsak sadece biz değil, insanlığın tamamı kaybedecek.