Seçimler ve Dindarlık krizi!
Açık sistemlerde kurumlar arasında kaçınılmaz bir etkileşim söz konusudur. Bu mahiyette 31 Mart seçimlerindeki neticeler ile dindarlığın hâlleri arasında doğrudan bir ilişkiden söz edilmelidir.
Toplumsal ve siyasal yapıyı salt akademik olarak izlemekle kalmayıp onun içinde yaşayan bir analist, Türkiye’de dindarlığın son birkaç yıldır bir kriz içinde olduğunu rahatlıkla görebilir.
Daha başlarken belirtmekte fayda var ki kriz, sanıldığının aksine dindarlığın azalması ya da Sol’un yeniden dindarlık aleyhine güçlenmesi değildir. Aksine dindarlık artıyor. Lâkin dindarlığın artışı ile kurumsallaşması arasında uyumsuzluk var. Bu uyumsuzluk, krize yol açıyor ve “çağdaş yaşam tarzı cephesi” ya da son siyasal adıyla “kent uzlaşısı” şeklinde yeniden zindelik kazanan Kemalist-Sol cephe, bu krizi satın alıyor, siyasal kazanımlara dönüştürüyor.
Türkiye, 1960’lı yılların sonlarından 1990’lı yılların ortalarına kadar, siyasal karşılığı da olan yoğun bir dindarlaşma sürecine girdi. Süreç, 28 Şubat’ta ağır darbeler aldı. 2002’den sonra ise dindarlaşma süreci, o darbeler hakkınca analiz edilmeden devam etti. 28 Şubat, sadece bir “kırpma” değil, aynı zamanda bir saptırma idi. Bu, dikkate alınmadı.
2002’den sonraki rahatlama ile birlikte, Anadolu’nun geleneksel yaşamından gelen milyonlarca insan, kentlerde hatta köy ve kasabalarda, şuurlu İslâmî kesime özendi, onlara benzemeye çalıştı, onların kıyafetlerine büründü. İslâmî kesim, o güne kadar olmadığı kadar kendisini, kendisine özenen bir kitle kuşatılmışlığı içinde buldu.
Krizin önemli bir kısmı burayla ilgili ama sadece o değil. Analizimde bu krizi “kontrolsüz büyüme/ kitleleşme, bürokratlaşma ve kurumsallaşmama” kavramları etrafında, belki eksik ama bir izlenim oluşturacak altı maddede ele almaya çalışacağım:
1.İslâmî kesimin 1960’lı yıllardan itibaren yaşadığı; bir ihya/uyanış/diriliş hâlidir. Asr-ı Saadet’ten bu yana, toplumsal ihya incelediğinde her ihya hareketinin yaklaşık kırk yılda motivasyonunu kaybettiği görülür. İhya, kurumsallaşmaz ya da karizmatik bireysel önderler tarafından motive edilmezse aşınır, büyüyüp kitlelere açılırken nitelik kaybına uğrar.
Bu gerçeklik karşısında Türkiye’de hızla büyüyen dindarlığı organize edecek ve dindarlaşma lehine daha büyük dalgalara dönüştürecek etkin bir kurumsallık oluşmadı.
Türkiye’de 1960’lı yıllar sonrası dindarlığın öncü şahsiyetleri çoğunlukla, yerelde birbirleri ile dayanışma hâlinde olan gönüllü ve özverili “ağabeyler”di. 2002’den önce toplumsal zeminde hizmet eden binlerce davet/irşad ehli ağabey, bu tarihten itibaren bürokrasiye yöneldi, toplumdan ve yereldeki bağlarından koptu. Dindarlığa yönelen kitleler kendilerine yol gösterecek ağabeylerden yoksun kalırken ağabeyler arasındaki iletişim de bürokrasi meşgalesi içinde zarar gördü. Neticede ağabeylerin kendileri aşınmaya başladı. Onlar, geçmişte birer misal iken bürokrasiye yöneldikten sonra kendi ve ailevi hâlleriyle, Batılı ve Batıcı medyaya konu olacak ölçüde “dindar tutarsızlığın”, kabaca “iki yüzlülüğün” misali oldular.
Eski bir Ankara mukimi olarak bir romanıma konu olduğu üzere “mücahitlikten müteahhitliğe” diye kavramlaştırılan bu menfi dönüşümün sorumluluğunu ağabeylerin üzerine atmak kolaya kaçmak olur. Zira ağabeylerin kendileri de ilgiye muhtaçtır. Nitekim Ashabın büyükleri dahi birbirlerine yönelik nasihate süreklilik kazandırmışlardır.
Türkiye’de dindar kesimin devlette görev alma ve devlet imkânlarından hakkaniyete uygun istifade etmek konusunda ne bir fıkıh bilgisi ne de bir kültürü vardır. Bu iki yoksunluk, bürokrasiye yerleşen ağabeylerin ve onların talebeleri konumundaki genç şahsiyetlerin bir tür felaketi oldu. Helali haram; haramı helal zannettiler, önce üzülüp bunaldılar, ardından “ölçüsüz kalınca” gelişigüzel yaşamaya başladılar. Bunu görüp önlem alacak bir mekanizma olmayınca tertemiz Anadolu yiğitleri, İstanbul beyefendileri, Ankara’nın bürokratik ağları içinde tükenip gittiler. Daha önce dindar kesime ağabeylik yaparken yük olmaya başladılar.
İktidar değişimi ile birlikte gelen, Ankara’da ya da taşradaki devlet kurumlarındaki farklılaşmayı “eski devlet bürokrasisi”nin ıslahına vesile edecek bir mekanizma olmadığı gibi menfi gidişatın önüne geçecek bir üst mürşitlik kurumu da yoktu. Hayatında namahrem eli tutmamış, haram lokma yutmamış yiğitler, ne yazık ki bürokrasinin dehlizlerinde nefisleri ile baş başa bırakıldı.
2.Müslümanlarda devlet hep önemli bir kurum olmakla birlikte neredeyse Emevî günlerinden bu yana dindarlaşma, sivil gönüllülük ve fedakârlık üzerinden yol almaktadır. Bunun günümüzdeki karşılığı, bireysel hizmetlerin yanında, sivil toplum kuruluşlarıdır.
Türkiye’de 2002’den sonra STK sayısı hızla artmakla birlikte, devletin dini hizmetlerdeki payı oldukça arttı. Devlet, STK’ların önünü açarken dindarlığın organizasyonunu Osmanlıda dahi görülmemiş bir kapsamda üzerine aldı. STK’larda görevli hocalar peş peşe Diyanet görevlisi olarak çalışmaya başlarken onların talebeleri de bir gün devlette görev almanın hayaliyle öğrenim gördüler.
Neticede İslâmî irşadın dili resmileşti. Kelli felli hocalar, sistemi ürkütmeyecek bir dille konuşmaya başladılar. Bu “oto kontrol”, hocların maaşları karşılığında konuştukları algısıyla birlikte vaazları gittikçe etkisizleştirdi. “Sözü yuvarlamak”, hocalara yakıştırılmayan bir husustur. Onun yanında sıradan Müslümanının bilgi ve bilinç düzeyi; altı toprağa gömülen, üstü kırpılan manidar sözleri anlayabilecek durumda değil.
Öte yandan Diyanet, ezici çoğunluğu kırsal alan ve kenar mahalle kökenli yeni dindar kitleleri (ki aslında dindarlık adayı kitleleri demek gerekir) irşad edecek bir dönüşüm geçirmedi. Diyanet, din sosyolojisini ihtiyaçları doğrultusunda kurumsallaştırmadı, toplumsal dönüşümü izleyemedi.
Diyanet, 1950’li yıllarda geliştirilen “dindarlığı kırpma” dilini, dindarlığın küresel ve ulusal gelişmeler karşısında hızla aşındığı bir süreçte sürdürme noktasında kaldı. Geçmişin çoğunluğu memur emeklisi modernist yapısına ise seslenmeye bile cesaret etmedi. Dolayısıyla vaaz çoğalırken vaazın etkisi azaldı.
Dikkat edilirse 1980’li yılların ne coşkulu erkek vaizlerinden söz ediyoruz ne de tesettür önderi kadın yazarlarından. Diyanet’in dışında kalan vaizlerden bazıları, dini hizmetlerin devlet tarafından uç noktada üstlenilmesiyle bir şekilde hizaya çekildi. Herkes devlet memurluğuna yönelirken yeni tesettür önderi kadın yazarlar yetişmedi.
Bunun için yıllardır, cami cemaatini ağlatacak ya da tesettürün önemini coşkuyla anlatacak bir dile hasretiz. Dilin en az yarısı duygudur. Dini vaazlara, akademilerde öğrenilen duygusuz dil ve memuriyetin getirdiği oto kontrol neticesi bir ruhsuzluk hâkim. 28 Şubat’ta olduğu gibi, vaazlar merkezi sistemle yapılmıyor. Ama kürsülerdeki vaizler de kimi zaman bir robot gibi konuşuyor. Diyanet’in varsa buna yönelik bir önlemi, yeterince etkili olmuyor.
3.Türkiye’de dindarlaşma, hep “bunalımdan kurtuluş” olarak görülmüştür. Halbuki dindarlığın evrelerinin kendisine has bunalımları vardır. Kalbin ikilik yaşaması, bu bunalımların merkezinde yer alır ve bunalım sebebi bu ikilik ancak en üst velayet hâlinde geride bırakılır. Şuur ehli İslâmî kesimin ezici çoğunluğu, tasavvufa kurumsal olarak sırtını dönerken nefis terbiyesine de sırtını döndü, kalbin hâllerinden tamamen habersiz.
Yeni tasavvuf ehli de iç dünyanın hâllerini anlayabilecek ve ondan doğan bunalımı günün diliyle izale edecek marifette değil. Neticede dindarlığa yönelen herkes, iç ve dışıyla, derhâl “veli” olmaya çalışıyor, başaramayınca da bunalıyor.
Geçmişte mürşidler ve alimlerce kontrol altına alınan bu bunalım, şu anda tamamen kontrol dışında ve gittikçe büyüyerek yol alıyor. Ona karşı çok güçlü bir dinî rehberlik/İslâmî psikoloji akımına ihtiyaç var. Halbuki dindar bunaldığında, dinden uzak olanlar gibi, psikiyatristlere başvuruyor. Halbuki psikiyatri literatürü tamamen din karşıtı olarak organize olmuştur. Dindarlığında bunalan kişiyi, psikiyatriye sevk etmek, hastayı resmen ötanazi servisine sevk etmek gibidir. Bu ölümcül paradoksu her gün duyuyor ve gözlüyoruz ama ona karşı zayıf halka genç ve kadınları suçlama ucuzluğuna kaçıyoruz. Dindarlığımız, çözümü hiç de zor olmayan bu faciayla yaralı ve bu yara, her kurumda hissediliyor.
Dindarlık, hiçbir dış etken yok iken bile yol alışında tabiatı gereği bunalımlarla karşılaşır. İslam’ın küresel ve ulusal stratejik bir saldırı altında olduğu bir çağda, bu bunalım çok daha sık ve derin olur. Bunun için ona karşı etkili ve kurumsal önlemler acilen alınmak durumunda.
4. Mahalle imamlığı, Cumhuriyet Dönemi’nde cami imamlığına dönüştürüldü ve son dönemde sorumlu imamlık, bir ölçüde oluşturulduysa da mahalle imamlığına geçiş konusunda dilenen değişim gerçekleşmedi.
5. 15 Temmuz’a götüren travma aşılamadı. Onun yanında köken olarak birbirlerine yakın yerleşim alanlarından gelen Karadeniz kökenli hocalar arasındaki çekişmeler, sosyal medya fenomenlerince mizahla işlenerek dindarlık aleyhinde yıpratıcı sonuçlara yol açmaktadır. Resmi politikanın tarikat ve cemaatlerin belli bir gücü aşmaması, kontrol altında tutulması için parçalı durması yönündeki politikası ile göz yumulan veya teşvik edilen bu geleneksel kökenli çekişmeler, modernizm karşısında tabii zorluklar yaşayan dindar gençliğin yolculuğunu daha da güçleştirmekte ve onda kalbi bunalımların yanında, zihinsele bunalımlara da neden olmaktadır.
6. Türkiye, Osmanlı bakiyesi büyük bir ülke, ırksal ulus devleti veya ırk içinde bölgesel ulus devletlerinden farklı bir demografiye sahip. Bu bağlamda Türkiye’nin doğusu ile batısı arasında kayda değer farklılıklar var. Uluslararası sistemin “Arz-ı Mev’ud” çevresindeki alanı kontrol altına alma projeleriyle de doğrudan bağlantılı olarak Kürt dindarlığını imha projesi, Türkiye’de kadim resmi siyasetle buluştuğunda Kürt dindarlığı için farklı bir bunalıma yol açmaktadır.
Ülkede, 1980’li yıllardan bu yana, 28 Şubat fetreti dışında, Türklükle Müslümanlığın bir arada anılması yönünde resmi bir eğilim var. Bu eğilim, etnik anlamda Türklüğün dindarlaşmasına katkı sağlamaktadır. Siyaset, bunu hem organize etmekte hem de ondan etkilenmektedir.
Buna karşı resmî kurumlarca 27 Mayıs Darbesi’nden sonra etkinleştirilen Kürtlükle Müslümanlığın birlikte anılmaması ve Kürt temsilinin olacaksa sosyalist gruplarda bırakılması politikası Kürt dindarlığını, Türkiye’nin genel dindarlığından da farklı olarak ağır bir bunalıma sürükledi. Söz konusu politika ile Kürt sağının oluşumunun önüne geçilirken PKK’nin siyasal kanadına ve sosyal zemin üzerindeki etkilerine hoşgörü ile yaklaşıldı. Böylece Kürt dindarlığı; 1. Uluslararası sistem 2. 27 Mayıs sonrası “derin devlet” siyaseti 3. PKK’nin sosyalist hatta yeşil sol faaliyetlerince kuşatıldı.
Milyonlarca dindar Kürt, bu kuşatılmışlık içinde tarihinin en ağır bunalımlarından birini yaşamaktadır.
Kürtlerin, dindar/millî siyaset içindeki kritik önemi, 1997’de CİA şefleri ve Yahudi Graham Fuller ve Henri Barkey tarafından “Türkiye’nin Kürt Sorunu” adlı raporda işlendi. Yahudi analistler, raporda Kürt seçmenin CHP ile uyumlu bir çizgiye çekilmesinin yolları üzerinde durdular.
CIA ajanlarının söz konusu rapordaki asıl kaygıları, Kürt dindarlığının kesintiye uğratılması ve kontrol altına alınmasıydı.
27 Mayıs darbesinden sonra, siyasette bir Kürt Sağı’nın oluşmaması için çok yönlü operasyonlar gerçekleştirdi. Söz konusu rapor, bunun kesintiye uğramamasını zımnen, Kürt seçmenin PKK’nin siyasal kanadının altında tutulup CHP ile ittifaka yönlendirilmesini ise açıkça öneriyordu.
Bugün de bu strateji, farklı vecihleriyle işlemektedir. Örneğin, söz konusu stratejinin terk edileceğinin işaretleri arasında sayılan tarih dersi kitaplarında Kürtlerin Müslümanlaşmasını işleyen pasajların bulunması dahi rahatsızlık oluşturdu ve siyasi girişimle bu pasajlar hazin bir şekilde ders kitaplarından çıkarıldı.
Bu yaklaşım, Kürt dindarlığını baş edemeyeceği çok yönlü bir handikabın içine sürüklemekte ve Kemalist-Sol-Batıcı yapının değirmenine su taşımaktır.
Türkiye’de Kürt seçmenin desteğini almadan iktidar olmak neredeyse bir ütopyadır. Dolayısıyla bu siyasetin sürdürülmesi, Kemalist-Sol-Batıcı yapıyı bugünün belediyelerinde, yarının merkezi hükümetinde iktidara taşımak anlamına gelir.
Sistem, siyasette Kürt Sağı’nın oluşmasının önünde bariyer oluşturmaktan vazgeçmelidir. Aksi hâlde dindar Kürtlerin mühim bir kısmı, kendilerini Sosyalist hatta Yeşil Sol gibi uç bir din karşıtı yapıyı desteklemek durumunda hissederler ki bu vaziyet, başlı başına bunalım ve kriz nedenidir.
Türkiye dindarlığı, ardında dış güçlerin yer aldığı bu bariyerden kurtulmadıkça Kürtler arasında normalleşemez. Kürtler arasında normalleşmediği sürece de bütünsel bir normalliğe kavuşamaz.