Şeyh Ahmet Yasin-3
Şeyh Ahmed Yasin’in Şehadeti
Şeyh Ahmed Yasin, 18 Mayıs 1989’da tutuklandı. Cezaevindeyken tehditlerle dize getirilmeye çalışıldı. Ama Şeyh, kararlıydı. 3 Ocak 1990’da çıkarıldığı ilk mahkemede, mahkemeyi tanımadığını söyledi ve israillilerin onu salıverme karşılığında kendisinden karpuz saymasını bile istese bunu kabul etmeyeceğini haykırdı.
Bu mahkemeyle Şeyh Ahmed Yasin, Arap dünyasında yeni bir lider olarak dikkat çekti. Araplar uzun yıllardır cesaretli, tavizsiz ve inançlı bir liderden yoksundular. Şeyh’in ünü, halk arasında hızla yayıldı. Öyle ki Arap ülkelerindeki kral ve diktatörler, halklarına iyi görünmek için onu övücü sözler söylemeye başladılar. Şeyh artık onların da tahtını sarsıyordu. Onun bir emri her ülkede binlerce insanı sokağa dökebilirdi. Küfrün baştan beri istemediği durum da buydu. Çünkü küfür, Filistin sorununun Filistin’le sınırlı kalmasını istiyordu.
16 Ekim 1991’de israil, Şeyh Ahmed Yasin’e ömür boyu hapis cezası verdi. Bu ceza, Şeyh’in tekrar bütün dünyada konuşulmasını sağladı. Şeyh rahat; israil dardaydı. Zira Şeyh, teşkilatlanmasını 1987 öncesinde bitirmiş, hareketini kurumlaştırmış, 1988’de de hareketin kuruluş bildirisini yayımlamıştı.
Şunu belirtmek gerekir: HAMAS, bildirisinde Yahudileri yok edeceğini söylemiyor; israil devletini yıkacağını, onun yerine bir Filistin devleti kuracağını, bu Filistin devletinde Yahudilerin de İslam’ın hükümleri gereği barış içinde yaşayabileceklerini belirtiyordu.
HAMAS, kimi eylemleri dışında klasik bir İhvan-ı Müslimin hareketidir. İhvan-ı Müslimin ise Batılıların “radikal” diye nitelendirdikleri bir hareket değildir, İslam’ın ahkamından yanadır.
13 Eylül 1993’te Oslo Antlaşması imzalandı. Arafat 1994’te Filistin’e girdi. Aynı yıl Nobel Barış Ödülü’nü aldı. 1996’da seçimle Filistin devlet başkanı oldu.
Arafat, Filistin topraklarına döndükten sonra farklı bir çizgi izledi. Batı’ya kapalı kapılar ardında verdiği muhtemel sözleri yerine getirmedi. HAMAS’ın üstüne Batı’nın istediği kadar varmadı. Bunu neden yaptı, bilemeyiz. Belki değişti, belki HAMAS’la baş edemeyeceğini düşündü.
Kuşkusuz Arafat, İzzet Begoviç’in, Dudayev’in değil; Cemal Abdunnasır, Saddam ve Esat’ın yolundaydı. Ancak onun son yılları farklıydı. Tövbe mi etti, kahramanlık gösterisinde mi bulundu?
Bize düşen insanların görünen yönlerine göre karar vermektir. Kalpleri ancak Allah bilir. Arafat’ın Filistin’e dönmeden önceki durumu kötüydü. Filistin’e döndükten sonraki tavrı ise iyiydi. Şeyh Ahmed Yasin, onun için “kardeşim” sıfatını kullanıyordu. İnsanları tekfir etmeme, onların “İnananlardanım” sözüne aksi ispatlanmadıkça inanma temeli üzerine kurulu İhvan anlayışının ürünü olan bu sıfatlandırma, Arafat’ın son dönemi için, gerçeğini Allah bilir; ama doğru bir sıfatlandırma gibiydi.
Şeyh Ahmed Yasin, 1997’de Ürdün’le israil arasındaki MOSSAD ajanlarıyla ilgili bir pazarlık sonucu zindandan çıktı.
Arafat, hapisten çıkan Şeyh Ahmed Yasin’i ziyaret ederek ona duyduğu saygıyı dile getirdi. Şeyh de bu saygıyla karşılık verdi.
Şeyh Ahmed Yasin’in cezaevi sonrası tavrı belliydi:
- İsrail asla tanınamaz.
- Filistin Yönetimi, Filistinlilerin yeni bir aşamaya hazırlanmaları açısından kabul edilebilir.
Şeyh Ahmed Yasin, her büyük önder gibi vatanına ve halkına düşkündü. Hem Filistin Yönetimi’ni Filistinlilerin önüne dikilmemesi için uyarıyor hem de Filistin Yönetimi’nin günlük yaşamla ilgili işlerini zorlaştırmaktan kaçınıyordu. Bu durum Filistin Yönetimi içindeki Batı elçilerinin elini kolunu bağlıyor, onların bir bahaneyle Şeyh ve HAMAS aleyhine harekete geçmelerini engelliyordu.
Şeyh Ahmed Yasin’in çizgisi iddia edilenin aksine “Kan dökmeliyiz, kan!” diyenlerin çizgisi değil, kargaşa çıkarmaktan mümkün oldukça kaçınan Müslüman önderlerin çizgisiydi. Şeyh, Filistin Yönetimi’ndeki Batı elçilerinin bütün tahriklerine rağmen silahını Filistin Yönetimi’ne çevirmedi. Çünkü, Kâfirleri sevindirmek ve Müslümanları üzmek istemiyordu. Sabretmenin çoğu zaman direnmekten daha ağır olan sıkıntısına katlanıyordu.
Yaser Arafat, 2002’de israil tarafında düşman ilan edildi ve ölümle tehdit edildi. Ancak belki de Şeyh Ahmed Yasin’den öğrendiği cesaretle direndi. Üstelik direnişini Batı’nın sloganlarıyla değil,
Namazla,
Kur’an’la,
Tekbirle,
Şehid olma dilekleriyle süsledi.
Müslüman coğrafyadaki yeni sıkıntılı dönemde Müslümanlara cesaret verdi. O, 11 Kasım 2004’te öldü. Bize düşen onun bu son durumuna tanıklık etmek ve onun geçmişte yaptıklarından dolayı Allah’ın merhametine nail olmasını dilemektir.
Batı’nın bir zamanlar Büyük Britanya (İngiltere)’sı rolünü üstlenen ABD, 2000’li yıllarda dünyaya yeni bir şekil vermek istiyordu.
Amerika 2003’ün başında projesini uygulamaya koydu. Irak topraklarını, kan döke döke işgal etti. İşgal Müslümanların büyük tepkisiyle karşılaştı. Tepki özellikle Arap Müslümanlar arasında çığ gibi büyüdü. Bu tepkiyi iyi yönlendirerek mutedil bir önderlik olduğunda Amerika, Müslüman topraklarında boğulabilirdi.
Şeyh Ahmed Yasin, bu işgalin karşı çıkılması gereken bir eylem olduğunu anlatıyor; Müslümanların duyarlılığını artırmaya çalışıyordu.
Amerika’nın Irak işgalinden sonra israil’in Şeyh Ahmed Yasin’e yönelik tehditleri günden güne arttı. 17 Ocak 2004’te israil’in Savunma Bakan Yardımcısı: “Şeyh Yasin, öldürülmeye layıktır.” dedi, şubat ayında ise israil’in Savunma Bakanı bir suikast düzenleyeceklerini açıkça söyledi.
İsrail’in Savunma Bakan Yardımcısı, “Şeyh Ahmed Yasin, yeraltının derinliklerine saklanacaktır.” derken, Şeyh Ahmed Yasin, günlük yaşamına devam ediyordu.
Şeyh Ahmed Yasin, bütün Müslüman öncüler gibi ibadete önem veriyor, namazlarını mutlaka cemaatle kılıyordu. Camiye gitmemesi yönündeki tehditlere asla aldırış etmiyordu.
Belki Şeyh, cami yolunda ölümü göze alarak yeni Müslüman kuşaklara İslam’ın farzları, uğruna ölümü göze alacak kadar değerlidir; sakın bahanelere sığınıp farzları terk etmeyin diyordu.
Eğer HAMAS’ın savaşçıları, FKÖ’nün savaşçıları gibi kâfirlerin oyuncağı haline gelmemişse bunda ibadetlerin ve özellikle namazın büyük payı vardır. Tek başına kılınan namaz bir yana, cemaatle namaz bile ölüm tehlikesine rağmen sürdürülmeliydi. Müslüman öncüler bu konuda örnek olmalıydı.
Şeyh Ahmed Yasin, örnek bir insandı. Camide şehit edilen Hz. Ömer’in ve cami yolunda şehit edilen Hz. Ali’nin yolundaydı.
Cami yolunda ölüm, güzel bir ölümdü.
İsrail tetikteydi, Batılı korumacılarının iznini bekliyordu. 22 Mart 2004 tarihinde bir sabah namazı çıkışında helikopterlerle Şeyh’in bedenine füzeler fırlattı.
Şeyh, artık Hz. Ömer’in, Hz. Ali’nin, Hz. Hamza’nın, Hz. Hüseyin’in yanındaydı.
Filistin ayaktaydı.
Filistin tekbirlerle inliyordu.
Filistin’de taş, toprak, bitki her ne varsa ayaktaydı.
Filistin’de tekbirler Müslümanların bütün kararlılığını dünyaya duyuruyordu.
Filistin’de kiliseler bile tıklım tıklım dolmuş; Hıristiyanlar Şeyh Ahmed Yasin için ağlıyordu.
Peki, Şeyh Ahmed Yasin’in şehadetinden ne bekleniyordu?
Bu sorunun cevabı birkaç yönlüdür:
- Fanatik Yahudilerin beklentisi: Allah’ın gazabına uğramış bu topluluk için tek beklenti, Müslüman bir âlimin bedeninin parçalanmasının, kanının akıtılmasının zevkine ermek. İsrailoğullarının düşmanlarını yok etme konusunda ne kadar acımasız olduklarını bütün dünyaya göstermek.
- İsrail yönetiminin beklentisi: Filistin halkını güçlü bir liderden yoksun bırakmak. Filistin’de iç çatışmaların önünü açmak. Şeyh’in dirayeti ve Yaser Arafat’ın iç savaş bıkkınlığı veya Filistin halkına olan sevgisi bu iki liderin sağlığında Filistin’de iç çatışmaları engellemiştir. Bu durum israil’i oldukça rahatsız ediyordu. Çünkü israil’in son dönemdeki politikası; Filistinlileri, Filistinlilerin elleriyle denetim altına almaktı. Bu politika, doğal olarak bir iç çatışma doğururdu. Ancak bu olmadı. Oslo sürecinden sonra Devlet Başkanı olan Arafat’ın israil tarafından düşman ilan edilmesinde de bunun gerçekleşmemesinin etkisi vardır.
- Amerika’nın beklentisi: Irak örneğinde olduğu gibi ABD Müslümanların topraklarını işgal ederken onun politikalarını eleştirerek Müslümanları ona karşı birlik olmaya çağıracak ve bu konuda etkili olacak bir Müslüman öncünün varlığına son vermek.
Şeyh Ahmed Yasin, hiçbir zaman Sünni-Şii ihtilafını körüklememiştir. Bu ihtilaftan kaynaklanan hiçbir çatışmayı hoş görmezdi. Oysa Amerika’nın coğrafyamızdaki temel politikalarından biri Şiilerle Sünnileri çatıştırmaktır. Şeyh Ahmed Yasin gibi Arap dünyasında çok sevilen bir liderin bu çatışmayı engelleyen çağrıları, Amerika’nın planlarını altüst edebilirdi.
Bunun için onu şehid etmeyi seçtiler. Ama Amerika şunu bilsin ki bu ümmetin yetimleri Seyyid Kutublar, Said-i Nursiler, Cehar Dudayevler çok maharetlidir. İslam topraklarında onları yetiştirecek anneler elbette vardır. O zaman Amerika bize gülemeyecektir. Küfür cephesi, topraklarımızı işgal, kanımızı dökme zevkinden yoksun kalacaktır.
Elbette o yaşlı pirin duasını Allah işitecek, ümmetin gayretli müminlerine ve özellikle de gençlerine işittirecektir. Zalimlerin sonunu getirecek bir kurtuluş yolu açacak, ümmetin can yakan feryatlarını dindirecektir.
Şeyh Ahmed Yasin Rabbine şöyle yakarıyordu:
Allah’ım! Ümmetin suskunluğunu sana şikâyet ediyorum!”
Ben ki kocamış bir yaşlıyım. Kurumuş iki elim, ne kalem tutuyor ne de silah!
Sesimle yeri inletecek güçte bir hatip de değilim!
Ben ki saçları ağarmış, ömrünün son demlerinde, türlü hastalıkların yıktığı ve üzerinde zamanın belalarının estiği biriyim!
Tek isteğim benim gibi, Müslümanların zaaf ve aczinden müteessir olanların yazmasıdır!
Siz ey Müslümanlar! Suskun ve aciz, helak olmuş ölüler!
Hâlâ kalpleriniz sızlamıyor mu, başımıza gelen bu acı felaketler karşısında?
Bir halk yok mu? Hiç mi kimse yok, Allah için ve ümmetin namusu için kızacak?
Şerefli direnişçilerken, bizleri katil teröristler olarak ilan edenlere karşı duracak!
Bu ümmet utanmaz mı, şerefi çiğnenirken?
Siyonist katilleri ve uluslararası işbirlikçilerini görmezden gelirken!
Omuzlarımıza el verecek ve gözyaşlarımızı silecek bir bakış!
Bu ümmetin kurumları, sivil güçleri, partileri, teşkilatları ve bariz şahsiyetleri, Allah için kızmaz mı?
Tümü birden sokaklara dökülüp, bizim için dua etmeye;
“Ey Rabbimiz! Gücümüzü topla, zaafımızı gider ve mümin kullarına yardım et!” diye çağıramaz mı?
Buna da mı gücünüz yetmiyor?
Yakında bizim büyük ölümlerimizi duyacaksınız, o zaman alınlarımızda şu yazılacak:
“Bizler direndik! İleri atıldık ve kaçmadık!”
Ve bizimle birlikte çocuklarımız, kadınlarımız, yaşlılarımız ve gençlerimiz ölecek!
Onları, bu suspus ve bön ümmete yakıt yapacağız!
Bizden, teslim olmamızı ve beyaz bayrak dikmemizi beklemeyin!
Çünkü biz, bunu yapsak da öleceğimizi biliyoruz. Bırakın savaşçı onuruyla ölelim!
Dilerseniz bizimle olun, elinizden geldiğince, öcümüzü sizden her biri boynuna taksın!
Dilerseniz bize acıyarak ölümümüzü izleyin!
Temennimiz, Allah’ın, emaneti savsaklayan herkesten kısas almasıdır!
Umarız bizim aleyhimize olmazsınız! Allah aşkına, bari aleyhimize olmayın!
Ey ümmetin liderleri, ey ümmetin halkları!
“Allah’ım! Sana şikâyette bulunuyorum… Sana şikâyette bulunuyorum…
Sana şikâyette bulunuyorum…
Gücümün azlığını, imkânımın yetersizliğini ve insanlara karşı zaafımı sana şikâyet ediyorum…
Sen mustazafların rabbisin… Sen bizim rabbimizsin… Bizi kime bırakıyorsun?
Bize cehennem olacak uzaklara mı? Veya düşmana mı?
Allah’ım! Akıtılan kanlar, dokunulan ırzlar, çiğnenen hürmetler, yetim bırakılan çocuklar, oğlunu yitirmiş anneler, dul kalmış kadınlar, yıkılmış evler ve ifsat edilmiş ekinler aşkına sana şikâyette bulunuyorum.
Sana şikâyette bulunuyorum! Gücümüz dağıldı… Birliğimiz bozuldu… Yollarımız ayrıldı… Halkımızın zaafını ve ümmetimizin bize yardım edip, düşmanı yenmedeki aczini sana şikâyet ediyoruz…”