Yahudi Meselemiz!
Yahudi meselesi, 19. yüzyılda bir Avrupa sorunudur. Yahudiler, Katolik Avrupa’da gettolarda yaşamaya mahkûm iken 19. yüzyılın eşiğinde Batı sisteminin tepesine çıktılar.
Reform, aydınlanma, halk isyanları, ihtilaller… Batı’da sekülerleşmenin/laikleşmenin her aşamasında Katolik cemaati çözülüp güç kaybettikçe Yahudiler, sistem içinde konumlarını güçlendirdiler.
Sekülerliğin her aşaması, düşünce, bilim ve siyaset dünyasının daha çok Yahudileşmesi ile neticelendi. Sekülerlik ne ölçüde tahkim olmuşsa Yahudileşme o ölçüde tahkim oldu. Laiklerin eşitlik, adalet sloganları nihayetinde Hıristiyan Avrupa’yı bertaraf ederken yerine saklı bir Yahudiliği yerleştirdi.
Fransız İhtilali, Hıristiyanlığa yönelik şiddetli yasaklar ve dönüşüm zorunlulukları getirirken Yahudilerin önünü açtı. İhtilalin getirdikleri ile “imparator” olan Napolyon, Yahudilere yönelik bütün kısıtlamalara son verdi.
Öte yandan Almanya’da Marks ve Moses Hess gibi isimler, düşünce dünyasında öne çıktılar ve Alman felsefesindeki derinliği, sosyal dönüşüm için kullanma yoluna gittiler, Alman felsefesinin bütün birikimlerini çalıp onu evirdiler ve kendileri için bir siyasal asansöre dönüştürdüler. Batı filozofyasının sırtına binip kılıcını kuşanarak Avrupa’nın boynunu kestiler.
Avusturya’da Yahudi Freud ve ardılları, psikolojinin bütün birikimlerini çaldılar ve psikolojiyi Batı’nın kralı konumundaki Alman halkını yozlaştıracak bir silaha dönüştürdüler.
Fransa’da Yahudi Durkheim ve Batı’daki ardılları, sosyolojinin birikimlerini çaldılar ve sosyal bilimlerin bu çatı alanını küresel Yahudi hakimiyeti için kullanılacak bir dönüşüme uğrattılar.
Böylece Yahudilik, Batı’da zihinsel/epistemolojik bütün birikimleri gasp etti, Batı insanının zihnine yön vermekte, neredeyse geçmişteki Katolik kilisesinin tekeline ulaştı.
Bütün sahalara hitap eden örgütlenme anlamında Masonluk ve etkisindeki yapılar, Yahudilere yaşamın her alanında etkin olma imkânı verirken iktisadi kaynakların Yahudilerin eline geçmesi onlara tabiri caizse siyasi ve sosyal okyanuslarda kolaylıkla dayanıklı gemiler bulma imkânı verdi.
Siyasi anlamda Yahudilerin ilk başarısı destekledikleri Napolyon’un Fransa İmparatoru yapılması olsa gerek. Ama bundan sonraki en açık başarıları, Birleşik Krallık’ta (İngiltere) Yahudi Benjamin Disraeli’in başbakan olmasıdır.
Disraeli, Yahudilerin henüz sorun olarak görüldükleri Rusya’nın Osmanlı topraklarına daha fazla açılmaması yönünde etkisini kullandı. Bununla birlikte Yahudilere küresel düzeyde imkânlar oluşturdu. Marks gibi Yahudiler, Almanya’da mahkûm olduklarında onun etkin olduğu İngiltere’de düşüncelerini özgürce yazabildiler.
On dokuzuncu yüzyılın bu gelişmeleri içinde Yahudi filozofluğu, zihinleri belirlemekte Katolik ve artık Protestan papazların da yerini alırken Alman ordularında dahi Yahudi generaller öne çıkmaya başladı. Yahudi azınlığı, Avrupa’da nüfusuyla orantılı olmayan bir nüfuza kavuşmuş; Avrupa’nın adalet ve eşitlik talebiyle başlayan sekülerleşme serüveni Yahudilerin avantajlı konuma yükselmelerine yol açmıştı. Batı’da eşitlik ve adalet, bu kez Batı halkları aleyhine ve Yahudilerin lehine bozulmuştu.
Batı halkları, liberalleşme olarak adlandırılan süreçte Yahudilere karşı dezavantajlı konuma düştüklerini görmüşler, aldandıklarına inanmışlar ve itirazlara başlamışlardı. İşte liberalleşmenin yol açtığı koşullara karşı bu itirazlar, Yahudi düşmanlığını canlandırmış ve Batı’da Yahudi meselesi, modern süreç açısından oluşmaya başlamıştı.
Yahudiler, Batı halklarının itirazlarını sekülerliğin daha uç bir boyutu olan sosyalizm ve en uç boyutu olan komünizme yönlendirdiler. Sosyalist devlet ve komünist dünya cenneti hayaliyle, Avrupa gençliğinin enerjisini aldılar, Avrupa’yı böldüler.
Yahudiler, ABD’de yaşananlar dışında, Batı’daki hikâyelerinde en büyük siyasi zaferlerine ise 1917 Sovyet Devrimi ile ulaştılar.
Devrimini fikir önderi Marks Yahudi, devrimin Bolşevik lideri Lenin Yahudi, Bolşeviklerin iç çatışmasında karşı grubun lideri Davidoviç Troçki Yahudi, Bolşeviklerin muhalifleri Menşeviklerin lideri Osipoviç Martov Yahudi’dir. Dolayısıyla Sovyet Devrimi, Rusya’daki Yahudi meselesinden bağımsız değildir ve bütün kanatları ile Yahudi’dir.
Bugünden bakıldığında Sovyet Devrimi, Batı uygarlığı bütünlüğü içinde değerlendirildiğinde Yahudilerin Yahudi meselesini aşıp mutlak Batı iktidarına ulaşmaları olarak kabul edilebilir.
Batı’daki Yahudi hakimiyetinin karşısına çıkan en büyük engel ise I. Dünya Savaşı’nın ardından yükselen Alman milliyetçiliğidir. Bu engel, II. Dünya Savaşı’nın Yahudiler lehine sonuçlanması ile ortadan kalktı. Netanyahu’nun ifadesiyle savaştan sonra, Almanlar ve Japonlar, zoraki dönüşerek Yahudi uygarlığına boyun eğdiler.
Netice olarak Batı’da Yahudi meselesi, Yahudilerin küresel hakimiyetiyle lehlerine neticelenmiştir. Yine kasap Netanyahu’nun ifadesiyle siyonizmin bugün İslam alemiyle ilgili varmak istediği hedef de budur.
MÜSLÜMANLARIN YAHUDİ MESELESİ
Müslümanların Yahudi meselesi, Batı’daki Yahudi yükselişinin ve Yahudilerin İslam dünyasını da istila ederek küresel hakimiyetlerini tamamlama talebinin karşılığı olarak kabul edilmelidir.
Yahudi meselesinin Yahudi hakimiyeti yönünde İslam dünyasının içine doğru ilk sirayeti, Osmanlı’da Masonluğun teşkilatlanmasıdır. Masonluk, Osmanlı’ya henüz 1720 yılında taşınmış; 19. Yüzyılda ise Osmanlı siyasetinde güçlü bir konuma ulaşmıştır. Osmanlı nihayetinde bir Mason Üstad-ı Azzam’ı olan Talat Paşa’nın İttihat ve Terakki’sinin elinde can vermiştir.
Abdülhamid Devri’nde Yahudi Vambery, sarayda yer bulabilmiş, Siyonizmin başı Theodor Herzl, Filistin’i Yahudilere verin diyebilme cesaretinde bulunmuştur. Abdülhamid’in direnişi, tahttan indirilmesiyle sonuçlanmış ve İttihatçı Yahudi Cavit Bey, Osmanlı’nın neredeyse tepesine çıkmıştır.
Yahudi hakimiyetinin İslam dünyasına yönelik doğrudan bir dış istila olarak yansıması ve dolayısıyla Batı’daki Yahudi meselesinin İslam dünyasının kalbine istila yoluyla taşınması ise Napolyon’un Mısır ve Filistin seferi ile olmuştur. Napolyon’un bu seferi, bize Osmanlı’nın son yüzyılında yaşadıklarını da açıklama imkânı vermektedir.
Müslümanlar, Selâhaddin-i Eyyûbî’nin taçlandırdığı sistemle, Hıristiyan Avrupa’nın İslam dünyasını istilasını engellemiş; süreç içinde Endülüs’ü kaybetmişlerse de Osmanlı’nın Doğu Avrupa’daki zaferleri ile Avrupa’nın önünü kesmişlerdi.
Hıristiyan Avrupa, İslam engeli karşısında dize gelmiş ve istila yönünü Amerika ve Güney Asya yönünde değiştirmişti. Dolayısıyla Hıristiyan çağı Batı sömürgeciliği, Afrika ve Güney Asya’daki bazı istila noktaları dışında genellikle İslam alemini etkilememişti.
Batı sekülerleştiğinde onun ardındaki akıl, Batı istilacılığını Napolyon üzerinden tekrar İslam dünyasının kalbine yöneltti. Napolyon 19 Mayıs 1798’de Mısır seferi için yola çıktı. Kudüs’ün Selâhaddin tarafından fethinden 611 yıl sonra yaşanan bu vaka, eldeki verilere göre bir Yahudi organizasyonudur. Napolyon, kendisine yönelik Yahudi desteğini ödüllendirmek için Filistin’i Yahudilere verme planı yaptı veya Yahudiler, Avrupa istilasında daha fazla destekleme karşısında ondan bu sözü aldılar.
Sebebi ne olursa olsun Müslümanlar, Avrupa’da Yahudi hakimiyetinin ve Hıristiyanlık bakiyelerinin ortaklığı gibi “modern” bir tehditle karşı karşıya idiler. Karşılarında dinsel kurum olarak Papalık ve laik yapı olarak Şövalyeler yoktu. Onun yerine Yahudi arka planı ve Batı’nın seküler yeni subayları vardı. Hıristiyan sömürgecilik, yerini seküler emperyalizme bırakmış ve hedef olarak İslam dünyasını seçmişti.
Müslümanlar, Napolyon önderliğindeki bu emperyalist girişimi tarihi Akkâ savunması ile durdurdular. Yahudiler ve Napolyon, Mısır seferinin akamete uğramasıyla, İslam dünyası dönüşmeden Kudüs’ün Müslümanların elinden çıkmayacağını anladılar. Meşhur tabirle Kur’an Müslümanların elinde olduğu sürece Müslümanlar köleleşmeyeceklerdi. Öyleyse Müslümanları zihniyle mücadele edilmeliydi.
Napolyon’un Mısır Seferi’nin en mühim neticesi, Fransız Yahudilerin öncülüğündeki Şarkiyatçılığın örgütlenmesidir. Yahudiler, Şarkiyatçılık üzerinden Müslümanların zihnen dönüştürerek İslam’dan uzaklaştırmaya çalışacaklardır.
Akımın en güçlü temsilcisi Macar Yahudisi Goldziher’dir. Onun çalışmalarına baktığımızda bir ihya vesilesi olarak Sünnet’le savaştığını, mucizeyi ve Kudüs’ü önemsizleştirdiğini kolaylıkla görebiliyoruz. Sünnet olmayınca Kur’an hayat bulmayacak, mucizeye inanmayan Müslüman akla, maddeye, kör akılcılığa teslim olacak, Kudüs’ün önemine inanmayınca, Kudüs, Yahudi’ye kalacaktır.
Şarkiyatçılık dışındaki düşünsel çalışmalarla da Osmanlı seçkinleri etki altına alınmıştır. Osmanlı’da sosyal bilimler yenilenmeyince tarih ilmi de işlevini yitirmiş. Selâhaddin’in hatta Fatih’in bile doğru dürüst anlatılmadığı bir Osmanlı’da genç subaylar onlara değil, Napolyon’a özenmişler, giyimlerini bile ona benzetmişlerdir.
Ortada şöyle paradoksumuz vardı: Laik Avrupa, İslam dünyasını istila etmek istiyordu. Avrupa, laiklikteki zaferini, adeta İslam dünyasını istila etme başarısıyla kutlamak peşindeydi. Buna karşı bizim seçkinlerimiz ve genç subaylarımız, Avrupa başkentlerini yeni kurtuluş yurdu olarak görüyorlardı.
Bir yandan Avrupa’nın emperyalizm hırsı, öte yandan seçkinlerimizin Avrupa sevdası… İkisinin buluşmasının bir savunma zafiyeti doğuracağı hatta bir gönüllü teslime yol açacağı muhakkaktı. Yıldırım Orduları’nın 1918’de Filistin’den hızla çekilip Anadolu’ya kadar gerilemesi, işte bu paradoksun can alıcı neticesi kabul edilmelidir.
İslam dünyasının zoraki sekülerleştirilmesinin hiçbir aşaması Yahudi meselemizden bağımsız değildir. Bizler, milliyetçilik veya başka eğilimler üzerinden sekülerleştikçe Batı etkisine açılmışız, dolayısıyla istila edilmişiz. Sekülerlik, Yahudiliğin Batı hakimiyeti olarak yol aldığı gibi, bize karşı da öyle yol almıştır.
Meselenin Filistin’e bakan cephe yanı siyonizmdir. Bu yöndeki ilk adım ise Marks’ın çalışma arkadaşı Moses Hess tarafından atılmıştır. Hess, 19. Yüzyılın ikinci yarısının başında yazdığı Roma ve Kudüs kitabıyla düşünsel Siyonizmi başlattı, Kudüs merkezli bir israil’in kurulmasını seküler bir talep gibi dillendirdi. Onu Teheodor Herzl’in siyasi örgütlenmeleri izledi. Ama siyonizm, ABD ve Batı Avrupa’daki yoğun desteğiyle birlikte insan unsurunu daha çok Doğu Avrupa ve Osmanlıdaki Yahudiler arasında buldu. israil de bizzat Doğu Avrupa Yahudilerinin önderliğinde bu iki unsur tarafından kuruldu.
Doğu Avrupa’da siyasal zaferine ulaşan sosyalizm ve komünizmin her başarısı, İslam dünyasının zihinsel dönüşümüne yönelik Yahudiler lehine bir kazanıma dönüştü. Sosyalizm ve Komünizm, Avrupa’da olduğu gibi bizde de sahte bir kurtuluş akımı olarak öne sürüldü. Filistin’de dahi ilk kurtuluş partisi Filistin Komünist Partisi’dir, bizzat Yahudiler tarafından kurulmuş, onun üzerinden Filistinli gençler devşirilmiştir.
İslam dünyasında sekülerleşmenin bir ana eğilimi ve bir de ana akımı vardır. Bu ana eğilim, milliyetçilik, ana akım ise ulusalcı sosyalizmdir. İslam alemindeki ana akım milliyetçiliğin ilk önderlerinin Yahudi filozoflar olduklarından kuşku yoktur. Tarafımdan belki ilk kez ulusalcı sosyalizm üzerine yapılan çalışmalarda bu akımın da bütün damarlarının Fransız Mason localarına ulaştığı, dolayısıyla Yahudilerle ilişkili olduğu ortaya çıkmıştır.
Karşı karşıya olduğumuz tablo budur. Bu tablonun bir yanını da Freudçu zevkperizm oluşturmaktadır. Onu da İslam alemine yayan yine Yahudiler ve onlarla bağlantılı kurumlardır.
el-Kassam mücahidlerinin 7 Ekim’deki zaferi ile başlayan süreç, sadece İslam aleminde değil, küresel bağlamda Yahudi meselesini deşifre etmiş, bu meselenin ulaştığı boyutu göstermiştir. O zaferle, Yahudi uygarlığının ardına saklandığı Batı’nın insan hakları ve özgürlük büyüsü bozulmuştur.
Dünya; yeni bir sürece girmiş ve August Comte’un 19. yüzyıldaki tarih tezlerinin aksine, taraflar genellikle yeniden dine göre vaziyet almaya başlamıştır.
Müslümanların karşısında Yahudiler vardır. Katolik dünya Yahudiler karşısında vaziyet almakta. Batı sosyalistlerinin geniş bir kesimi aldatıldığını fark edih vicdanî bir tutum sergilerken İslam aleminin sol yapıları ise genel olarak İslam karşıtlığı üzerinden Yahudilere yakın durmaktadır. Evanjelistler Yahudileri desteklemekte. Ortodokslar arada durmaktadır.
Bu vaziyet karşısında Kur’an-ı Kerim, henüz Mekke Devri’ndeki sürelerde ve özellikle İsrâ Sûresi’nde Yahudi ile karşılaşacağımızı haber vermiş ve bu mücadelenin zihinsel önemini bize duyurmuştur.
Biz, bugün önce zihinlerimizi Şarkiyatçılığın bütün etkilerinden arındırmalı; sosyal bilimlerimizi kendi gerçekliğimiz ve yeni dünya gerçekliği açısından yeniden kurmalıyız. Kadim tarihimizi, Şarkiyatçı kökenli milliyetçi safsatalardan uzaklaşarak ortak ve büyük geleceğimizi inşa edecek yönde değerlendirmeli, son iki yüz elli-üç yüzyıllık tarihimizi ise baştan sona yeniden yazmalıyız.
Yahudi meselesi İslam dünyasına taşınarak küresel bir sorun hâline gelmiştir. İslam dünyası, Yahudi’nin küresel hakimiyetine karşı son kaledir.
Bizim çalışmalarımız Yahudi’nin sekülerlik kisvesine bürünmüş küresel hakimiyetinin deşifresini tamamlamakla kalmamalı, ona karşı küresel kurtuluş ve kalkınma akımları da geliştirmelidir.
Hz. İbrahim’in ateşten selametle indiğine, Hz. Yusuf’un kuyudan sağ çıktığına, Hz. Musa’nın önünde denizlerin yarıldığına inanmışsak Yahudi meselesini başarıyla aşacağımıza elbette inanırız. Biz ki Hendek’te kuşatılmışken Önderi salallahü aleyhi vesellemin kendilerine dünya fethini müjdelediği Ümmetiz. Nasıl olur da umutsuzluğa kapılırız! Ki esasen kurtuluşumuz, olağandışı bir vaka değil, gayet olağandır.