Adaleti Tesis Etmek
Günümüz İslam dünyası, içeriden parçalı görünüyorsa da uluslararası sistem açısından bir bütündür, aynı güvenlik kompleksinin içindedir, aynı güvenlik yasalarına tabidir. İslam dünyasının neredeyse her karışına, bu güvenlik anlayışıyla şekillenmiş kapitalist bir adalet anlayışı hâkimdir.
Adalet, pratik anlamda iki türlüdür. Birincisi, hayatın bütününü ilgilendiren genel adalettir. İkincisi, güvenliği sağlamaya yönelik yargılamalardaki adalettir.
Bir ülkede genel anlamda adalet tesis etmek, o ülkede herkesin hakkını vermektir. Hem öz olarak hakkını vermek hem de başkasına kıyasla hakkını vermek...
Bu anlamdaki adaletin bir yerde tesis edilip edilmediğinin anlaşılması için şu soruların cevaplanması gerekiyor:
Yönetenler kayırılıyor mu?
Yönetenler, zenginliklerden daha çok yararlanırken problemlerden daha mı az etkileniyor?
Güç sahipleri yönetimde olmasalar bile nimetlere daha mı kolay ulaşıyor?
İmkânlar ve sıkıntılar paylaşılırken varlık sahiplerine çok imkân, az sıkıntı mı düşüyor? Başka bir ifadeyle zorlukların faturası hep güçten yoksun kesimlere mi kesiliyor?
Sıradan insan, yönetim kademelerinde yer almak istese onun önü açık görünüyor mu?
Hizmetler, belli bir bölgede mi toplanmış?
Devlet ekonomik olarak güçlenirken halkın yaşam koşulları yerinde mi sayıyor?
Eğitim hizmetleri, belli bir kesimin çocuklarını öne çıkarmaya mı dönüktür?
Siyasi, askeri, ekonomik bir seçkinler kesimi belirgin bir şekilde oluşmuş mudur?
Halk arasında seçkin kesimin suç işlediği halde ceza görmediği kanaati yaygın mıdır?
Benzer sorular çoğaltılabilir. Ancak sadece bu soruların cevabı bile ortaya genel bir adalet fotoğrafı çıkarır.
Bu fotoğrafa ya kapitalist bir renk, ya sosyalist bir renk hâkim olur ya da İslami...
Sosyalizm, devlet yönetimi anlamında tarihe karıştığına göre geriye iki seçenek kalıyor: Ya İslami bir görünüm ya da kapitalist bir görünüm.
Yönetenin, güçlünün, varlıklının kayırıldığı; yönetim kademelerine, nimetlere ulaşmasının ayrıcalıklı uygulamalarda kolaylaştırıldığı ama parası, kamuoyu gücü olmayanın adalete ulaşamadığı, potansiyel kurban olduğu hiçbir ortamda baştakilerin eski ve yeni kimliği ne olursa olsun İslami bir adalet yoktur. Orada, yönetimin süsleri ister yeşil, ister kızıl, ister mavi olsun kapitalizmin ta kendisi vardır.
Kapitalizmin olduğu hiçbir yerde adalet yoktur. Kapitalist bir dünya inşa etmek isteyen, kapitalist güçlere hizmet etme yarışında olan hiç kimse adalet peşinde değildir.
‘GÜVENLİĞİ SAĞLAMAK`
Güvenliği sağlamaya yönelik yargılamalar, genel adalet koşulları altında şekillense de kendine has özellikler de taşır.
Bu yargılamaların esası, hem manevi hem maddi güvenliğe hizmet etmesidir. Hem manevi değerlere hem de maddi her tür meşru varlığa yönelik güvenlik problemlerini ortadan kaldırmasıdır.
Manevi değerleri tehdit bilen hiçbir yargılama, güvenliği sağlamaya yönelik bir yargılama olamaz. Aksine böyle bir yargılama, güvenlik problemlerinin bizzat üreticisi olur.
İslam dünyasında onlarca yıl, manevi değerleri tehdit bilen yargılamalar yapıldı, hâlâ da bu mantık doğrultusunda İslam`ı yargılamalar devam ediyor.
Modernizmin ve postmodernizmin değerlerine karşı islami değerlerin üstünlüğü kabul edilmediği sürece bu yargılamalar güvenlik problemleri üretmeye de devam edecek.
Güvenliği sağlama iddiasıyla yapılan uygulama ve yargılamaların güvenlik dışı nedenlerden kaynaklanma ihtimali hep vardır. Güvenlik özü itibariyle suistimale açıktır.
Güvenlik iddiasıyla yapılan yargılamaların niteliğini belirlemek için de bazı soruların cevaplanması gerekiyor:
Yargılamalar gerçekten güvenliği sağlamaya yönelik midir? Yoksa ‘güvenlik perdesi` altında bir kesimi siyasi olarak durdurmaya mı yöneliktir? (Hep siyasi olması da gerekmiyor. Bir işadamının ekonomik faaliyetlerini durdurmak için onu (rakiplerinin girişimiyle) ‘güvenlik tehdidi` olarak gösterip yargılamak mümkündür ve dünyada bunun nice örnekleri görülmektedir. )
Bugünkü dünyada genel kabul, kültürel ve sosyal hizmetlerin güvenlik yargılamalarına konu edilmemesi yönündedir. Acaba yasal olarak engellenemeyen kültürel ve yasal hizmetleri durdurmak için sanal bir güvenlik problemi üretiliyor da bu hizmetler güvenlik yargılamalarının içine mi alınıyor?
Kişinin dini, mezhebi, etnik kökeni, doğduğu bölge ve şehir onu potansiyel zanlı yapıyor mu? Bu yöndeki bilgiler, kararın ceza yönünde olmasını kolaylaştırıyor mu?
Dış güçlerin talepleri güvenlik yargılamalarını etkiliyor mu? Diğer bir ifadeyle ülke için güvenlik problemi olmayan bir kesim, dış güçleri herhangi bir sebepten dolayı rahatsız ediyor diye ülke için güvenlik problemi dairesi içine alınıyor mu?
‘Güvenlik tehdidi` diye fişlenen kesimler, kendilerini gerçekten ‘güvenlik tehdidi` görüyorlar mı, ‘güvenlik tehdidi` olarak görülmekten rahatsız oluyorlar mı?
Bu konuda da sorular çoğaltılabilir. Ancak sadece bu beş soruya cevap bile İslam dünyasındaki güvenlik yargılamalarının kimliğini ortaya koymaya yeter.
SORUMLULUĞU YARGIÇLARA YÜKLEMEK
Yargıçlar, yargılamanın sadece orta halkasıdırlar. O halkadan önce anayasalar var, kanunlar var ve doğrudan hükümetlerin emrinde olan kolluk kuvetler var.
Yargılamalardan sonra ise üst mahkeme yargılamaları var ve yargıçlara yönelik ilgili bakanlığın kurullarının idari denetimleri var.
Adalet mekanizması bir bütündür. Eğer bu bütün adaletsiz olur da bir yargıç o adaletsizlik içinde adaleti sağlamaya çalışırsa nihayetinde vakanın varacağı yer kendisinin de adaletsiz uygulamalara konu olmasıdır.
Yargılamadaki adaletsizlik kronikleşmişse bu kronikleşmenin sorumluluğu hiçbir zaman sadece yargıçlara yüklenemez.
Bunun aksini yapmak, değişen dünyayı eski ölçülerle değerlendirmek olur.
Geçmişte herkes kendi kararlarından daha çok sorumluydu. Artık ‘kolektif sorumluluk` ya da ‘hiyerarşik sorumluluk` dünyasında yaşıyoruz.
Bu ‘kolektif sorumluluk` çağında yaşanan adaletsizlikler öylesine büyük ki herkes sorumluluğu bir altındakine yükleme derdinde. Çoğu zaman adaletsizliklere konu olan da sadece yüz yüze olduğu kişiyi görüyor. Oysa Ürdün`deki bir hâkim artık sadece Ürdün`deki bir hâkim değildir. Küreselleşen dünyanın Ürdün birimindeki kralın oluşturduğu alt sistemin bir görevlisidir. Ancak uluslararası sistem, Ürdün`deki uygulamalarından en üst düzeyde verim alıp halkın tepkisini en az almak için raporlar tutarak adaletsizliğini kralın insan hakları uygulamalarına, kral da sorumluluğu yargının kendisini yenilemeyen yapısına yükler. Yargıçlar ise ‘Kolluk kuvetleri dosyayı böyle getiriyor` deyip işin içinden çıkmaya çalışır.
‘KURBAN SUNUMU`
Geçmişte krallara insanlardan kurban sunulurdu. Ama kurban olabilmenin de koşulları vardı. Herkes, kurban diye sunulmazdı. Bir köleyi krala kurban diye sunmak krala hakaret bile sayılırdı.
Kurban edilecek kişinin kurbanı sunan kişilerin yanında bir değerinin olması gerekiyordu. Oğul gibi, kardeş gibi... Ki onların samimiyetinin, krala olan sevgisinin, saygısının, bağlılığının ispatı olsun. Onların bu samimiyet, bu sevgi, bu saygı, bu bağlılık uğruna kimleri feda edebileceğini göstersin.
Kişi öz evladını, öz kardeşini kral için kurban edebiliyorsa kral nezdinde bir konum kazanıyordu.
Günümüz İslam dünyası, bizim açımızdan parçalı görünüyorsa da uluslararası sistem açısından bir bütündür, aynı güvenlik kompleksi`nin, aynı güvenlik kampüsü`nün içindekiler, aynı güvenlik uygulamalarına tabidir. Bu kompleksin içinde yer alan her yerel yönetime, uluslararası sistemin güvenliği konusunda bir pay düşüyor. Yerel yönetimler, bu görevi yerine getirirlerse varlıkları uluslararası sistem başkentlerinde meşruiyet kazanıyor. Yerel yönetimler, uluslararası sistemin güvenlik derdiyle dertlenirse uluslararası sistemin güvenliğini kendi güvenliği biliyorsa hatta kendi güvenliğinden de öncelikli görüyorsa varlığını garanti altına alıyor.
Bu doğrultuda yerel yönetimler, kendi güvenlikleri ile uluslararası sistemin güvenliği arasında paralellik kuran, kendi varlığını uluslararası sistem için anlamlı, önemli kılan uygulama-yargılama arayışlarına giriyorlar. Hazır kurban da varsa bundan mutluluk duyuyorlar. Yoksa o sıfata en uygun olanlar, uygun bir kılıf içinde uluslararası sisteme kurban diye sunuluyor.
Açık bir ifadeyle İslam dünyasındaki yönetimler Avrupa`ya karşı ‘Çağdaş değerlere sadık olduklarını ispatlamak, Amerika ve israil`e karşı ise onların güvenlik derdiyle dertlendiklerini, varlıklarının onların güvenliği için anlamlı olduğunu ispatlamak için sanal güvenlik uygulamalarına ve yargılamalarına gidebiliyorlar.
Bunun en görünen kanıtı, güvenlik uygulamaları ve yargılamalarındaki Müslüman toplumu şoke edici adımların hep Amerika temaslarına denk gelmesidir. Bu, rutin bir uygulamaya dönüşecek kadar bariz bir durumdur.
Ancak yerel yönetimler, bunu özenle saklar ve kendi ülkeleri açısından ‘sanal güvenlik uygulamaları`nı ‘gerçek güvenlik uygulaması` diye pazarlarlar. Bu bir oyundur.
İslami yapılar, Müslüman toplumlar için bir güvenlik tehdidi olmadıklarını ne kadar iyi ortaya koyabilirlerse bu oyunu o ölçüde bozarlar. Uluslararası sisteme yönelik sözleri ile imkânları arasındaki uyum ne kadar çoksa bu yönde oyun kuranların işini o ölçüde güçleştirirler.
Uluslararası sistem açısından ise hedef, İslami yapıların yerel yönetimleri aşarak hak arayışlarını doğrudan kendi katlarında aramaları, onların başkentlerinde bu yönde girişimlerde bulunmalarıdır. Nitekim İslam dünyasında, Özbekistan`dan Fas`a kadar pek çok hareket bu yolu tercih ederek kendisini kısmen de olsa bu tür uygulama ve yargılamaların dışına çıkardı. 2000`li yılların başında Türkiye dindarları bunu ‘birileri Avrupa`ya şirin görünmek için bize zulmediyorsa Avrupa`ya gider, konuşur, onların hilesini ifşa ederiz` diyerek ifade ediyorlardı.
ARA DÖNEM İDDİASI
‘Ara dönem`, iki farklı dönem arasındaki geçiş sürecidir. Ara dönemlerin ortak özelliği, geride bırakılan dönem ile ulaşılmak istenen dönemin uygulamalarının bir arada yaşanması dolayısıyla çelişkilerin görülmesidir. Böyle dönemlerde eski-yeni, iyi-kötü, doğru-yanlış, hak-batıl bir arada görülür.
Ancak ‘ara dönem`, gerçek bir değişim yaşanıyorsa söz konusudur. Hükümetler gelip geçicidir, onların gündelik uygulamaları esaslı bir değişime dönüşmezse bir ara dönemden söz edilemez.
Bir yandan yeni bir süreç ilan etmek, öte yandan o süreçte geçmişin ‘güvenlik tehdidi` anlayışıyla hareket etmek bir ‘zihniyet gecikmesi` ile ifade edilebilir.
‘Hürriyet geliyor` deyip ardından buna inananları baskı günleri uygulamalarına konu etmek, İslami olmak bir yana gayr-i insani bir haldir.
Önümüzdeki dönemde İslam dünyası bu hali sıklıkla yaşayabilir.