• DOLAR 34.628
  • EURO 36.235
  • ALTIN 2919.184
  • ...

Özgürlüğün refaha, daha doğrusu zevke feda edildiği bir dünyada Filistin direnişi, küresel bir uyanış oluşturuyor. “Küresel iktidar” kendisini henüz tahkim etmeden Filistin direnişi, küresel bir muhalefetin kapılarını aralıyor.  

Japonya’dan Güney Amerika’ya, Güney Afrika’dan İsveç’e dünyada görülmemiş bir “küresel bahar”ın ayak sesleriyle, onun yanında bir “insanlık dayanışması” ile yüz yüzeyiz.

Hemcinsinin öldürülmesi, insanı tedhiş ettiği gibi, hemcinsinin acı çekmesi de insanlar arasında fıtrî bir dayanışma oluşturuyor. Tedhişin dayanışma getirmesinin bir etkeni de temel argümanı “insan hakları” olan ve birliğini o argümana borçlu olan bir uygarlığın, hedeflerine ulaşmak için bebekleri ve anneleri planlayarak öldürmesidir.

Bu, basit bir vaka değildir; insanlığı yöneten yapının, insanlıktan ayrılmasıdır. İnsanlığı yöneten yapının iktidarda kalmak uğruna insanlığın ortak değerlerini tüketmesidir.

Üstelik, söz konusu uygarlığın ayakta kalmak için buna ihtiyacı da yok. O uygarlık, bunu sadece aslî unsurunun (yani Yahudilerin) keyfi için yapıyor. Geçmişte masum kız çocuklarının kralların keyfi için kurban edilmesi gibi, bugün Filistin’de dünyanın en güçsüzleri en güçlülerin keyiflenmesi için hunharca katlediliyor. Refah toplumlarının dahi artık keyifleri uğruna böyle bir dünyada kendilerini güvende hissetmeleri, kendilerini tedhiş olmaktan uzak tutmaları düşünülemez.

Bu bağlamda Venezüella Devlet Başkanı Muduro’nun “Bu katliama susarsak sıra, Katoliklere gelecek!”  uyarısı, yabana atılır gibi değildir.

Öte yandan Filistin’in HAMAS önderliğinde katliama direnmesi insanlıkta umut oluşturuyor. “Acı ve umut” buluştuğunda “tedhiş ve kaçış” buluşmasına aksi yönde bir etki oluşturur. Filistin’in tedhişe rağmen kaçışı tercih etmemesi, acıya karşı, küresel bir umut kapısı aralamış bulunmaktadır.

Filistin’deki “Allahüekber ve lillahil hamd” sesleri, kürenin çatısında yankılanmakta, insan kalbine dokunmakta, bir umudun olduğunu öğretmekte ve küresel bir değişimi haber vermektedir.  

Analizimizde buradan hareketle Filistin özgürlük hareketinin dünyada oluşturduğu etkinin muhtemel devamını değerlendireceğiz.

İSLAM ALEMİ’NDE FETRET DEVRİ AŞILIYOR

Filistin özgürlük hareketi, 1987 öncesinden farklı olarak bir İslâmî hareket olarak yol almaktadır. İslâmî hareketler, gayet planlı bir dış müdahaleyle yaklaşık çeyrek asırlık bir fetret sürecinde idiler. Bu fetret sürecinin iki yanı vardı: Dışarıya karşı uç ılımlı yapılar ve dikkatleri iç çatışmaya dönük olan katı tedhiş hareketleri. (Bu, aslında Batınîlik ile hariciliğin çağa uyarlanmış iki biçimidir ve o iki yapı, İslam aleminde hep kriz kaynağı olmuştur.) 

Bu iki yapı arasındaki sıkışmışlık İslâmî hareketleri, ılımlı yapılara bürünerek erimek ya da toplumdan kopup etkisizleşmek gibi bir sona sürüklüyordu. Oysa Seyyid Kutub’un kılavuzluğundaki direnme ve ayrışma önerisi bunun tam aksine, İslâmî hareketlerin toplumun genel gidişatından kopup toplum önderliğine yükselmesini ön görüyordu.

Seyyid Kutub, İslâmî hareketleri dağlara çekilip Süryani rahiplere benzesinler diye değil, kültürün statik ve kör edici etkilerinden kurtulsunlar diye teşvik ve tahrik ediyordu.

ABD ve israil oryantalizmi, bunu çözmüştü. Bu yapı, bir yandan Müslümanlar içinde yeni ılımlı (ehil/evcil) yapılar üretirken İslâmî hareketleri, büyük ölçüde komünist örgütleri taklit eden bir zihniyete sürükleyecek yönlendirmelerde bulundu.

İslâmî hareketler, kendilerini bu yönlendirmelerden koruyacak kadar güçlü değildiler. Bunun için İslam dünyası için netice ağır oldu. Kudüs’ün içinde yer aldığı Arap Yarımadası, anormallik halkasına alındı. Geriye kalanı da varlığını ve refahını korumak için ABD ve israil’e daha da yapıştı. Bunun yol alış süreci ve Müslümanların bunun karşısındaki farkındalık zayıflığı, kahredici olmaktan bile ötedir.   

Öte yandan iktidar olmayı başaran ve iktidar olma umudu taşıyan dindar siyasi partiler de “ulus devlet” handikabını aşamadılar. “Ulus devlet”in kadim iki ayağı vardır: Milliyetçilik ve kapitalizm.

Ne yazık ki iktidar olan veya iktidar olmaya yaklaşan dindar partiler, belki de ABD’nin yaptırımlarından korunmak için kendilerini hep milliyetçilik ve kapitalizm ikilisi etrafında tuttular. Bunun İslâmî hareketlere umut bağlayan Müslüman halklarda uzun vadede, bir hayal kırıklığı oluşturması beklenmiştir.

Neo-oryantalist medya ve onun yereldeki uzantıları bu hayal kırıklığını teşvik ediyorlar. İslâmî olma iddiası bulunmayan, kendisini sadece “muhafazakâr” olarak nitelendiren partilerin en liberal üyelerinin yanlışlarını dahi “İslamcılıkla” ilişkilendiriyorlar. Bu, İslâmî hareketlerin umut oluşturmasına yönelik bilinçli bir yıpratma çalışmasıdır.

Sistem, bir yandan muhafazakâr partileri kapitalizm ve milliyetçilik üzerinden yanlışlara zorluyor, öte yandan onların oraya mahkumiyetinden kaynaklı yanlışlarını İslam ve İslamcılıkla ilişkilendirerek kendince bir taşla iki kuş vurarak işini bir tür zevke dönüştürüyor.  

Bu vaziyet, İslam aleminde çeyrek asrı aşan bir fetret devri getirdi. HAMAS, bu fetreti yaşamadı. Kendisini en ılımlı ile en uç arasında kalmaktan korudu, ulus devlet handikabına sürüklenmedi ve kapsayıcı olmak anlamında “millî hareket” düzeyine yükselmeyi başardı. HAMAS’ın bu gerçeğinin İslam dünyası genelinde kavranması, mevcut dünya düzeni için kimi ABD danışmanlarının “imparatorluğun çöküşü”nün başlangıcı olarak gördüğü bir sürece kapı aralayacak kadar mühimdir.  

HAMAS, Seyyid Kutub okuyan gençliği, Şeyh Halid’in çizgisinde yetişen İzzeddin Kassam’la buluşturdu. Böylece iki yaka birleşti. Filistin’de birlik gerçekleşti. Birlik ise güçtür.

Ümit edilen, bütün İslam dünyasında iki simge isim olarak Şeyh Halid ile Seyyid Kutub’un gayelerinin bir olduğunun anlaşılması, onların aynı hedef için çalıştıklarının şuuruna varılmasıdır.

Bu; ırk, mezhep ve meşrep farkı olmadan İslam dünyasındaki bütün kesimleri ortak çatıda buluşturma tasarısıdır. Uçların buna yönelik tepkisi de kolaylıkla aşılabilir. Bu durumda Suudi’deki Vehhabi ile Kerbela’daki Şiî, düşmanlarının bir olduğunun farkına varır. Sudan, sufiler ve selefiler bağlamında bu buluşmayı gerçekleştirerek başarıya ulaşmıştı. İslam alemi bu gerçeği kavrarsa fetret devrini tamamen geride bırakabilir.

Aksi hâlde dinsizler, zevkperestler ve uç dindarların buluşmasına dayalı siyonist birliği karşısında yol almak mümkün değildir.

SEKÜLER ÇEVRELER ORTAK DAVAYA ÇEKİLMELİ

Kudüs hem ayna hem kılavuzdur. Kudüs davasına bakıldığında İslam dünyasında önümüzde duran büyük sorunlardan biri de özellikle Türkiye gibi ülkelerde dindar-seküler ayrışmasının uluslararası hegemonya karşısında bile devam etmesidir. Batı toplumlarının aksine Türkiye’de seküler kesim Kudüs davasının tamamen dışında kalmakta hatta küresel boykotta bile aksi yönde hareket ederek israilin yanında yer almaktadır.

Bunun bir yanı siyonizmin Türkiye’deki faaliyetlerinden kaynaklanıyorsa diğer yanı, Kudüs davasının dünyevi yönünün iyi anlatılmamasından kaynaklanmaktadır. Ama asıl yanı, İslâmî kesimin toplum önderliğinin zayıflatılmasıyla ilgilidir.

İslâmî kesim, Resûl-i Ekrem’in Sünnetine sıkı sıkı sarılmak durumundadır. Dolayısıyla salt bir maneviyat hareketi olamaz. Meselelerin sadece “dinî” yönlerini anlatmak gayri İslâmî’dir. İslâmî olan, dünyevi ve manevi yönlerin birlikte yürütülmesidir. Vaziyete bakıldığında mevcut durumda bir dengesizliğin olduğu muhakkaktır.

Diğer bir sebep ise Türkiye örneğinde, siyasi hesaplar doğrultusunda seküler yapıyı marjinalleştirme çabalarının onları israil yanlılığına sevk etmeyi içten içe dileme hevesidir. Bugün için bunun pek çok riski vardır. Bu riskler iyi hesaplanmalıdır.

Seküler çevreler; politik olanlar ve sadece yaşam tarzında seküler olanlar gibi farklı yapılara sahiptirler. Yaşam tarzında seküler olanları, politik sekülerliğe sürükleyecek her tür sınıflandırma ve ihmalden sakınmak gerekir.

Seküler yapı; iyi tahlil edilmeli ve ortak davanın içine çekilmeli. Aksi hâlde bu çevreler, dün despotik rejimlerin halk ayağı iken bugün dış güçler yanlısı “demokratik” bir güvenlik sorununa dönüşecektir.  

BATI DEĞİŞİMİN EŞİĞİNDE

Yahudiler, dünya tarihi boyunca en çok Batı’da savaş ekonomisi, tüketici fuhuş ekonomisi ve işkence uzmanlığı ile anılmışlardır.

israil, bugün Batılı insanın gözleri önünde bebekleri, anneleri, hastaları hunharca katlediyor. Her savaştan kadın ve çocuklar etkilenir. Bu başka, zafere ulaşmak için kadın ve çocukların özellikle hedef alınması başkadır. israil, kadın ve çocukları, bir savaş yöntemi olarak özellikle katlediyor. Dolayısıyla insan haklarını tamamen yok sayıyor.

Batı, II. Dünya Savaşı sonrasında Fransız siyasetçi Marie de Gaulle gibilerinin büyük çabaları ile birliğini güce karşı, “insan hakları” üzerine ahitleşerek sağladı. Batı birliği içinde uluslararası “insan hakları söylemi” neredeyse Almanya’ya karşı gelişti.

Ama dün, Yahudi karşıtlığıyla Avrupa üzerinde hegemonya kurmak isteyen Almanya, Yahudilerin yanında yer alarak Avrupa’da yeniden hegemonya kurmaya çalışmaktadır.

Almanya hükümeti, hastaneleri bombalayıp bebekleri dahi öldürerek soykırım yapan israili hiçbir koşul öne sürmeden desteklemektedir. Üstelik bu hükümet, insan haklarına duyarlılıkları ile bilinen ve her yönüyle Avrupa Birliği yanlısı bir Sosyal Demokrat-Yeşiller koalisyonundan oluşuyor.  

Almanya’nın Dünya Savaşlarındaki rolü düşünüldüğünde bu hâlin Hollanda, Fransa, İsveç gibi ülkelerde nasıl bir kitle psikolojisi oluşturması beklenir? Almanların II. Dünya Savaşı üzerinden yüz yıl geçmeden bir soykırımı desteklemelerinin Avrupa’da gülümsemeyle geçiştirilmesi mümkün mü?  Rusya’nın Ukrayna müdahalesi, Avrupa devletlerini Almanya etrafında toplanmaya mahkûm etmişken Avrupa halkları, dünü düşündüklerinde Almanya’nın bir savaş tekniği olarak bebekleri katleden israilin yanında yer alması karşısında kendilerini güvende hissedebilirler mi?

Dolayısıyla Avrupa halkları, Filistin direnişine sadece insan hakları duyarlılığı, kadim Yahudi karşıtlığı ve insanlık dayanışması gibi sebeplerle destek vermiyorlar. ABD, uzun süredir Avrupa halklarını incitecek bir söylem içindedir. Rusya’nın Ukrayna müdahalesi Avrupa halklarını ürküttü. Her iki güce karşı bir koruma bloğu oluşturması beklenen Almanya ise panik içinde kendisini ABD’ye teslim etti. Bu durum, Batı halklarında alttan alta huzursuzluk ve tedhişe yol açıyor olmalı.  

Batı, Rus istilasına karşı tedbir alırken ABD karşısında bağımsızlık ve özgürlüğünü kaybetme riski yaşıyor. Bağımsızlığın kaybı Katolik damarları harekete geçirirken özgürlüğün kaybı, geçmişin en mağdur kesimlerinin varisleri olan Avrupa sosyalistlerini kara kara düşündürüyor olmalı.

Buna karşı Filistin’in direnişi bütün kesimlerde bir çıkış umudu oluşturuyor. Filistin’in direnişi, Batı halklarına “güç karşısında insan kalmak mümkün” diye bir müjde veriyor. Batı halkları korku ile müjde (havf ve reca) arasında sokaklara dökülüyor. Bu eylemlerin daha sağlam bir düşünsel derinliğe kavuşması durumunda Avrupa, farklı bir gelecek yaşayabilir ve Müslümanlar, o gelecekte çok önemli bir yer tutabilirler.

DÜNYADA YENİ BİR KUTUPLAŞMA

Mevcut dünya düzeninde “uluslararası toplum” diye bir hayalet var, bir tür seküler tanrı, henüz kimsenin görmediği, dokunmadığı ama her yerde hazır ve nazır bir tanrı! Dünya, bu tanrının sanal olduğunu anlamaya başlıyor. Bu uyduruk tanrı, henüz kendisini inandırmadan toplumların zihninde ölüyor.

ABD önderliğindeki siyonizm odaklı, mevcut Anglo-Sakson düzen karşısında, henüz aralarındaki dayanışmanın belirsiz olduğu bir Rusya-Çin ekseni beliriyor. Vaziyet böyle devam ederse en çok Güney Amerika’da karşılık bulan bir Katolik ekseninin doğması an meselesi.

Avrupa; Anglo-Sakson dünya ile Katolik eksen arasında bölünebilir. Bunun ne kadar kapsamlı olacağını Avrupa sosyalistlerinin duruşu belirleyecektir. Avrupa sosyalistleri İrlanda örneğinde olduğu gibi Katolik eksende yer alırlarsa Avrupa, tarihi bir kırılma yaşayacak ve Batı’da bir dinî oluşumla dinsiz oluşum siyasi amaçlarla bütünleşecektir. Böyle bir oluşumun ABD’yi de bölme potansiyeli vardır.

Bu vaziyet karşısında İslam dünyası için çözüm, bu kutuplardan kutup beğenmek değil, acilen kendi kutbunu oluşturmasıdır. Bunun hazır zemini İzmir Antlaşması veya D-8’dir.

İzmir Antlaşması’nın önündeki karmaşık engeller kolay aşılır. D-8 yapılanması ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Malezya Başbakanı Enver İbrahim ve Cezayir Cumhurbaşkanı Abdülmecid Tebbun kolaylıkla yeniden organize edebilecekleri bir oluşumdur. Türkiye, Malezya ve Cezayir’in ortak özelliği, iç hesaplaşmalarını neredeyse tamamlamış olmalarıdır. Libya ve Sudan’ın bir yanı da buna hemen hazır.

İslam ülkelerinin birlikte hareket etmesi, birbirlerine karşı durmalarından daha kolay ve kârlıdır. Yeter ki beşerî bencillik ve geçimsizliğimizden kurtulup hepimizin büyük çıkarı için, her birimiz bazı küçük çıkarlarımızdan ödün verelim. Medeniyet budur ve İslam’dan başka medeniyet yoktur.

(Özür: Sosyal Bilimler ve Modern İnsanın İnşası yazı dizimizin son bölümü hazırdı, lâkin Filistin meselesinden daha fazla kopmamak için onu şimdilik erteledik. İnşaalah “Müslümanlar ve Sosyal Bilimler” başlığındaki o analizi yakında yayımlayacağız.)