• DOLAR 34.615
  • EURO 36.359
  • ALTIN 2918.91
  • ...

Batı, XIX. yüzyılın sonlarına doğru ideolojilerin tam da Batılı düşünce ve yaşam tarzının merkezine yerleştiği bir dönemde modern akılcılığın/rasyonelliğin çökmesinden söz etmeye başladı. Sosyal bilimciler ve sanat çevreleri, modern dönemin sona erdiğini dile getirdi. Sonraki dönem ise XX. yüzyılın ortalarından itibaren “modern sonrası” anlamında postmodernizm kavramı ile ifade edildi.   

Batı’da postmodernizm kavramı, ilk kez 1870’te resimde yenileşme için kullanıldı, ardından I. Dünya Savaşı’nın bunalımı içinde Alman nihilizmi/hiççiliği etrafında ondan söz edildi. Ama orada kalmadı, II. Dünya Savaşı yıkımı ile birlikte, düşüncenin hafife alınması, zevkin öne çıkarılması, hakikate şüpheyle bakılması, tüketimin teşviki, netliğin üzerinin çoklukla örtülmesi, epistemolojinin iflası hep postmodernizm kavramı ile anlatılmaya başlandı. Böylece modern sonrası dönem, postmodern dönem olarak adlandırılmaya başlandı ve modern insandan farklı bir insan tipinden söz edildi.  

Modern insan, tercihlerini “düşünüyorum/anlıyorum” diye ifade ederken postmodern insan, “beğeniyorum/hoşlanıyorum” diye ifade edecektir.

Modern insan, “üretim/fayda/geçim” derdinde iken postmodern insan, “tüketim/keyif/mutluluk” derdindedir. Lâkin postmodern psikolojide mutluluk diye bir şey de yoktur, kendini mutlu hissetmek vardır. Dolayısıyla insan, artık mutluluk doyumsuzluğuna mahkumdur. Psikoloğun görevi, sadece o doyumsuzluğun çılgınlığa dönüşmesini engellemektir.

Modern insan, bir iktisat insanıdır, para biriktirmeyi önemserken postmodern insan, para tüketmeyi önemser, dolayısıyla bir iş insanı olmaktan öte, bir tatil insanıdır. İnsanların sınıfsal konumları, bundan sonra adeta tatillerinin niteliklerine göre değerlendirilecektir.

Modern insan, üretimi kutsarken postmodern insan, tüketim peşindedir, bir bakıma tükettiği kadar insandır, tüketince mutlu olacak şekilde yönlendirilmiştir. Modern öncesi insan, tapınakta; modern insan fabrikada mutlu olurken postmodern insan AVM’lerde alışveriş yaparken mutlu olacaktır!

Modern dönemde işçi sömürülürken postmodern dönemde tüketici sömürülecektir.

Modern insan şüpheden hareketle hakikati anlamaya çalışmıştır; postmodern insan, hakikati anlamamayı karakter edinmiştir. Şüphe onun için araç değil, amaçtır. Şüphe onun için bir yaşam tarzı gibidir. Dolayısıyla modern insan inandığından eminken postmodern insan paranoyaktır, bunun için soluğu daima psikiyatride alır.

Modern insan eleştirirken postmodern insan yakınır. Onun eleştirisi tetkik değil, bir zaman geçirme ve kendini ifade etme etkinliğidir.   

Modern insan ulus devletler ve ideolojiler tarafından kontrol altına alınmışken postmodern insan, küresel kültür/zevk-eğilim grupları; psikologlar ve pedagoglar tarafından kontrol altına alınacaktır.

Postmodern insan tasarısı budur. Lâkin bu, levhanın sadece ön yüzüdür. Meselenin bir de arka yüzü vardır.

HEDEF: ALTERNATİFSİZLİK

Modern dönemde Batı, kendisini ideolojilerle tamamladı. İdeolojiler hem bütünlük hem yaygınlık açısından Batı’nın reformdan moderniteye düşüncede ulaştığı son aşamadır. İdeolojiler, yaşamın bütün alanlarıyla ilgili tutarlı bir düşünce bütünlüğü iddiasında iken aynı zamanda yer kürenin her noktasında geçerli olma gibi bir iddiaya da sahiptir.

Ne var ki ideolojiler, toplumları ikna ve mutlu etmediği gibi, küresel bölünme ve çatışmalara da yol açtı. Batı, bölünme ve çatışmayı engelleyecek bir çözüm getiremedi. Başka bir ifadeyle modernin yerine başka bir şey koyamadı. Yeni bir üretim yapamayınca yeni dönem için adlandırma da yapamadı ve postmodernizmle bir tür iflasını kabul etti. Ama bunu açıkça ifade etmek yerine hep olduğu üzere hileye başvurdu.

Postmodernizm bu açıdan, Batı’nın hem kendi insanının hem diğer insanların uyanışını engelleme programıdır, toplumlara bir tür narkoz/uyuşturucu verme operasyonudur. Bu, Freud’un hastalarını teskin etmek için onlara afyon vermesinden farksızdır.

Geçmişin toplumlarında insan sihirle büyülenirken postmodern Batı tarafından zevk ve tüketimle büyülenecek; insan, zevk ve tüketim kaygısından düşünmeye vakit bulamayacak, böylece Batı uygarlığı uzatmalara oynayacaktır.

Düşünen her insan, “Filozof musun kardeşim, ne düşünüyorsun, dünyayı sen mi kurtaracaksın, keyfine bak!” denerek aşağılanıp düşünme yüceliğinden aşağılık zevklere doğru yönlendirilecek. “Hakikat sadece bir söylemdir!” iddiasıyla insanın kuşkuculuğu bunalım noktasına sürüklenecek. Böylece Batı için uzatmalar, bütün küre için “Tarihin sonu!” olacak, dolayısıyla Batı uygarlığı alternatifsiz kalıp “ebet müddet” küresel imparatorluk olarak sonsuza kadar devam edecektir. Strateji budur. Sosyal bilimler de bu strateji doğrultusunda çalışmaktadır.  

Batı, çöküşünü görmüştür ve artık şizofrence bir tutumla modern dönemin ulus devletlerine ve onlar için üretilen ulusal kültürlere dahi güvenmemektedir. Batı, artan iletişim imkânları ile dünyanın en ücra köşesindeki bireyi veya topluluğu bizzat yönetmek istemektedir. Bunun için onun zihnini de bizzat kedisi şekillendirmeye çalışmaktadır. Bu uğraşın anahtar kavramları “çokluk” ve “sınırsızlık”tır. Onların toplumsal karşılığı ise yeni küresel cemiyetlerdir.

Artık, ulus devletler için oluşturulmuş insan formatı olan “ulus” da “ulus”un üzerinde bulunduğu ve ulusal devletin hudutları ile sınırlı vatan da anlamsızdır!

Ulus devlet sürecinde toplum mühendisliği, ulusu ulus devletin ve onun bağlı olduğu küresel yapının taleplerine göre yeniden formatlamak ya da mevcut formatı korumak için işlerdi. Postmodern dönemde toplum mühendisliği geçmişteki kadar işlek değildir, onun yerini bir tür birey üretim mühendisliği almıştır.  

Ulus dağıtılmıştır ve aile gibi toplum birimleri de yoktur, sadece birey vardır. Ama erkek ve kadın olmak da “rol” açısından sosyal bir üretim olarak kabul edildiğinden yeni sınırsızlık içinde cinsiyet ayrımı da nüfus cüzdanlarının renk farkı dahi gözetilmeyecek kadar silikleşecektir. Esas olan, akletmek, dolayısıyla faydalı olanı bulmak değil, “zevk” olunca kişi kendisini bu esasta nerede görüyorsa öyle adlandırılabilecek ya da oraya geçiş yapabilecektir.

Kültürel eylemin niteliği, bir topluluk tarafından uzun süre paylaşılmaktır, esasından yola çıkılarak postmodernist sosyologlar, yeni ve küresel kültür grupları keşfetmek için mesai harcayacaklardır. Artık ulus kültürü bütününden değil; kadın kültüründen, gençlik kültüründen, eşcinsellik kültüründen, meyhane kültüründen, spor kültüründen ve akla gelebilecek her alanda, küresel ama parçalı kültürlerden söz edeceğiz. Başka bir ifadeyle ulusal olan parçalanıp otonom hâle getirilecek ve o otonom kültürler, küresel benzerlerine bağlanacaktır. Dolayısıyla bu, kültür açısından yeni bir parçala- bütünleştir işlemidir.

Peki, bu mahiyette sosyal bilimci sistemin neresindedir? Vaziyet şu: Modern dönemin ideolog sosyoloğunun yerini saha araştırmacısı “sosyolog” alacak; bu saha araştırmacısı verileri küresel bağlantılar içindeki üniter akademilere aktaracak. Onlardan beslenen küresel planlama yapıları, toplum mühendisliğini de aşıp birey üretim tesisi gibi çalışarak sürekli yeni tipler üretecektir. Karakter ölmüştür ve “karaktersiz insan” artık sadece tiptir. Ama insan, postmodern büyüyle uydurulduğu tipi karakteri zannetmektedir. Bu işlem tamı tamına modern dönemin moda üretimine benzemektedir. Aradaki bir farkla: Modern dönemde moda, başta giysiler olmak üzere insanın tükettikleri için işlerken birey mühendisliğinin tip üretimi bizzat insanın kendisi için işlemektedir.  

Böylece her üretilmiş kültür grubu/insan tipi kendi içinde sınıflandırılacak. Örneğin gençlik, X, Y, Z kuşakları gibi harflerle formatlanacak, böylece her kuşak dünyanın neresinde olursa olsun kendisini o formata zorlayacaktır.

Psikolog ve pedogogun bir görevi ise o formata güçlük çekenleri formata uydurma konusunda kılavuzluk yapmaktır. Her iki meslek grubunun mensupları, akademilerde ve sonraki eğitimlerde ezberlediği postmodern gömleği bireylere giydirmek için çalışan birer ikna memurudur, bir tür 28 Şubat ikna odaları çalışanıdır. Ama kendileri de büyülenmiş olduklarından böyle zorbalık içinde olduklarının farkında bile değillerdir. Onlar kendilerini bireyleri özgürleştiren birer insanlık hizmetkârı sanmakta ve öyle çalışmaktalar. Çünkü insanı “neşeli robotlar” olarak tasarlayanlarca öyle formatlanmışlardır.

ÇOĞUNLUĞUN BASKISINDAN ÇOKLUĞUN BASKISINA

Modern dönemde, demokrasilerin hak veya batıl denmeden çoğunluğun iradesine dayanmakla birlikte totaliter baskıcı rejimler üretebildiği görüldü. Bu rejimler, çoğunluğun desteğiyle tek tipleştirme yönünde insan bedenine türlü işkenceler yaptılar. Bu açıdan modern Batı, aynı zamanda insanlık tarihinde işkencenin en yaygın olduğu süreçtir. Geçmişte işkence sadece aristokrat siyasi muhaliflere yapılırken modern dönemde işkence neredeyse her muhalife yapılmış, işkence ulus içinde renkliliğin oluşmasını engellemek için yaygın bir yöntem olarak kullanılmıştır.  

Buna karşı neo-liberal/postmodern sosyal bilimcilerin çokluğa/kültürel renkliliğe/mozaiğe/salataya önem vermelerini onların insan haklarına karşı duyarlılıkları ile ilişkilendirilmektedir.  

Ne yazık ki hiç ilgisi yok. Neo-liberal sosyal bilimci, toplum zemininde çokluğun/çok kültürlülüğün önünü açarak küresel despotizmin yıkılmasına yol açacak bir örgütlenmeyi engellemek için çalışır. O, renkliliği öyle teşvik eder ki kendisine bir renk bulan özgürleştiğini zannederken bütün insanlığın köleleşmesine hizmet edebilir. Zira çokluk, öylesine artar ki küresel cemaate/Yahudi/Masonik küre iktidarına karşı bir bütün, bir daha oluşmaz.

Bu hususta neo-liberal sosyal bilimcilerin başyardımcıları ise teolog denen din bilimcileri ve antropologlardır. Din bilimcileri, sürekli saha araştırmaları ve tarih araştırmaları ile yeni dinsel/mezhepsel/kliksel ihtilaflar tespit ederken sosyolog, bunun küresel merkezlere sunmaktadır. Nihayetinde küresel iktidar, bu ihtilafların sosyal zeminde taraftar bulmasını sağlayarak sahada hem alternatif kapsamlı bir düşünsel bütünlüğün hem de mevcudu yıkacak bir toplumsal yaygınlığın oluşmasını engellemektedir. Teologlar, bu bağlamda dini yaşatmaktan öte, öldürmek için iş görmektedir.

Antropologlar ise dar alan çalışmaları ile aynen dini yapılar gibi, etnik unsurları sürekli bölecek yeni tespitler yapmakta ve ilgili merkezlere aktarmaktadır.

Bu açıdan bakıldığında modern dönemde bilim insanının hizmetçi konumunda olması, postmodern dönemde daha uç bir boyuta ulaşmıştır.

Kaldı ki işin hakikatinde postmodernizm, yeni bir dönem değildir; modernizmin her bireyi baskı altına alacak kadar uçlaşması ve radikalleşmesidir. Modernizmin esası sekülerizmdir. Modern seküler; genel olarak devletin laikleşmesi ve toplumun ana yapı olarak laikleşmesinde dururken postmodern laikleşme doğrudan bireyi hedef almaktadır. Dinin bireyin iç dünyasındaki bakiyelerini dahi zevk silahıyla katletmektedir. Modernizm, insanı aldatmak için onun aklıyla oynarken postmodernizm onun nefsiyle iş birliği yapmaktadır.  

ÇAĞIN BAŞ SOSYAL BİLİMİ NE?

Modern dönemin haşa laik peygamberi konumundaki ideolog sosyoloğu postmodern dönemde yerini saha çalışanı veya siyaset/iktidar/silahlı kuvvetler danışmanı sosyoloğa bırakmıştır. Böylece sosyolog makamından düşüp yeniden, hizmet sınıfına geri dönmüştür. Nitekim bugün katliamcı Pentagon, binlerce sosyolog çalıştırmaktadır.

Postmodern dönemin baş sosyal bilimi, postmodern dönemde konumların karışmasıyla belirsizleşmişse de psikolojidir.

Postmodernizm, bilim insanı unsuru bağlamında esasen Freud demektir. Freud’un Batı’ya katkısı, Batı’nın tutarsızlıklarının ortaya çıktığı bir dönemde şuuru, şuur altıyla öldürmesi, böylece düşünmenin ve dolayısıyla iradenin önünü kapatmasıdır. Şuur, akla dayanır ve irade hasıl eder; dolayısıyla kesinlik, netlik ister. Şuur altı ise karmaşıktır, kararsızdır, sürekli değişir; onda eylem ile pişmanlık öylesine peş peşe gelir ki ortaya bir karar çıkmaz. Şuur, ortaktır, şuur altı ise bireyseldir. Şuur, zorluğu göze almayı ön görür, şuur altı ise çoğu zaman keyiflenme peşindedir. Şuur, görüştür; şuur altı ise rüyadır. Biri gerçek, diğeri sahtedir. Modernizm dahi bir şuurdur ve Freud, o şuurun küresel iktidarına dokunmazken onu yıkacak bir iktidarın oluşmaması için şuur altını öne sürdü.

Bugün artık edebi eserler, film ve dizi senaryoları genellikle psikologlar tarafından yazıldığı gibi, sanık ifadeleri dahi onların gözetiminde alınabilmektedir.

“Koç”, “rehberlik uzmanı” ya da bizzat “pedagog” gibi adlar altında çalışan pedagoglar ise psikolojinin ürettiklerini sahaya sürmekte psikologların başyardımcılarıdır. Pedagoglar, fert ve toplumların ihtiyaç hiyerarşisine tamamen kör duracak şekilde eğitilmişlerdir. İhtiyaç hiyerarşisine hiç bakmadan çocuk ve gençlere “Dilediğini yap! Keyif alacağın mesleği seç! Hoşuna gitmeyecek işten kaçın!” diyerek insanı “ihtiyaç-fayda-düşünce” bağlamından “zevk-mutluluk-arzulara boyun eğme” bağlamına çekmekte, kalkınmakta olan ülkelerin nitelikli insan unsuruna kavuşmasının önünde tam bir sömürge yapısı gibi çalışmaktadırlar.

Eminim ki postmodern etki altında şu anda bu “sömürge” kavramı da size pek yavan görünmektedir. Zira postmodernist büyünün büyük maharetlerinden biri dilediğinde eylemi özneden koparmaktır. Dolayısıyla biz, geçmişte sömüreni bilirken artık sömürüldüğümüzü biliyoruz. Lâkin sömürünün kimin hesabına yapıldığını, dolayısıyla sömüreni bilmiyoruz. Üstelik “Hepimiz hem sömürüyoruz hem sömürülüyoruz” diyerek sömürüyü bir de normalleştiriyoruz.

Önümüzdeki hafta inşaallah Müslümanlar ve sosyal bilimlerden söz edeceğiz.