• DOLAR 34.561
  • EURO 36.262
  • ALTIN 2996.812
  • ...

İttihadü’l-Ulema tarafından Diyarbakır’da 30 Eylül-1 Ekim tarihlerinde düzenlenen alimler buluşmasındaki özet ve tashihle sunum metnim:

Kişilerin iyiliğe ve üstün hedeflere yönlendirilmesinde tercüme-i hâllerin, yani biyografilerin önemli bir yeri vardır. Nitekim, İslâmî vaaz ve nasihat kitaplarının mühim bir kısmı tercüme-i hâllerden oluşur.

Tercüme-i hâller, bizi başarı hikâyeleri üzerinden başarmak için çalışmaya teşvik ederken aynı zamanda bir tarihî evre üzerinden insanlığın tecrübesini öğretir, bugünümüzü anlamımızı kolaylaştırır, ufkumuzu açarak yarınlarımız için daha isabetli davranmamızı sağlar. 

İbrahim b. Hasan el-Gorânî, bize hem bir başarı hikâyesini, dolayısıyla başarı yolunu öğretiyor hem İslam tarihi içinde ihya hareketleri hususunda malumat sahibi kılıyor hem de Kürt ulemanın bu ihya hareketleri içindeki yeri hakkında da bize ufuk açıcı bir bakış açısı kazandırıyor. Bununla birlikte onu tanımak, zihinleri meşgul eden, İslam tarihinde bir Kürt alim tipinin varlığı hususunda da epey yardımcı oluyor.

Burada mesele şu: İslam tarihinde bir Kürt alim tipi var mıdır? Varsa onu farklı kılan hususiyetler nelerdir? İbrahim b. Hasan, ona ne kadar uymaktadır? Bugün biz, o tipten nasıl istifade ederiz?

KİMLİĞİMİZ VE İSLAM

İslam’dan önce Bizans-Sâsânî sürekli savaşları, iki taraf arasındaki ara bölgede bulunan Kürtleri yok etme noktasına getirmişti.

İslam, Sâsânî Devleti’ni yıkıp Bizans Devleti’ni de Batı’ya doğru iterek Kürtleri imha olmaktan kurtardı. Ardından Moğol istilasına kadar süren Büyük İslam Sulhu; Kürt coğrafyasını selamette tutarak Kürtlerin nüfus olarak çoğalmalarını, nüfuz olarak büyümelerini ve tarih sahnesinde yeniden yer almalarını ve tarihi yönlendirenler arasında bulunmalarını sağladı. İslam Sulhu içinde, Kürtlerin kendilerini Müslümanlar arası çekişmelerden mümkün oldukça uzak tutup birleştirici bir rol üstlenmeleri ise aklı başında her tarihçiyi hayrette bırakacak bir takdire şayandır.

Son iki yüzyılda yaşananlarla birlikte toplumların büyüklüğünü ve tarihteki rolünü ulus devlet kurma becerisiyle ölçmek gibi bir sapma yaşıyoruz. Bu sapmayla, Kürt halkına dair yapılan değerlendirmeler, Kürt gençliğinin ruh hâlini hatta İslam ile ilişkisini olumsuz etkileyecek ağır bir söylem mahiyetindedir.

Bundan kurtulmak için tarihe başvuruyoruz ve Selâhaddin’le taçlanan sosyo-ekonomik tarihimize yöneliyoruz. Orada da ne yazık ki detaylı tetkikleri desteklemiyoruz. Melikü’l-Adil, Melikü’s-Salih Necmeddin ve dünya tarihini en çok etkileyen İslam hükümdarlarından Melikü’l-Kâmil’i atlıyoruz. Haçlılara karşı mücadeleyi işlerken Moğollara karşı mücadeledeki rolümüzü ihmal ediyoruz ve Meyyafarikin kahramanlığını es geçiyoruz. 

Bununla birlikte Kürtlerin İslam içinde sosyo-kültürel tarihi, sosyo-ekonomik tarihinden de büyüktür. Onunla ilgili ise neredeyse hiçbir araştırmayı desteklemiyoruz. Her tür araştırmayı paranoyak bir “Acaba!” ile karşılıyoruz.

Ulemanın tercüme-i hâli, sosyo-kültürel tarih içinde yer alır ve insan, Kürt ulemanın teracimlerine baktığında İslam’ın Kürtlüğü oluşturması ve yok olmakta olan bir halkı o format içinde bir Ashab misali büyütüp ona itibar kazandırması karşısında dehşete düşüyor. Doğrusu Mekkeli bir Kureyş genci olan Ebû Ubeyde b. Cerrah’ın Herakleios’u yenme hikayesi ne ise Kürtlüğün İslam içinde oluşmasının hikâyesi odur. Ebû Ubeydelerin yükselişini anlamadan; Selâhaddinlerin ve İbrahim b. Hasanların yükselişleri anlaşılamaz.

Hikâyenin özeti şudur:

İslam, Kürtleri dağlarından aldı, yetiştirip büyüttü ve onları dünyanın önderleri arasına kattı. Bu bağlamda henüz ilk yüzyıllardan itibaren Kürt ulemanın İslam tarihi içinde, kendine has bir konumu vardır. Bu konum, salt bir ilim makamı değil, aynı zamanda bir imamet/önderlik makamıdır. Gerçeklik şu ki Kürt ulema, tarihin bütün evrelerinde kuşkuya mahal bırakmayacak bir şekilde Müslümanların ve dolayısıyla insanlığın önderleri arasında yer almıştır. 

Sözlerimin garip olması, hilaf-ı hakikat olmasına delil olmaz.

Tarihimiz, İslam’la öylesine özdeşleşmiş ki Müslümanların tarihteki büyüklüğü anlatıldığında genç muhataplar inanmakta nasıl güçlük çekiyorlarsa Kürtlerin İslam içinde kazandıkları itibar da bugün anlatıldığında öylesine bir güçlüğe yol açıyor.

Gariplik şaşkınlığa yol açar ve buradaki şaşkınlık geçmişle bugün arasındaki farkla ilgilidir yoksa delillerin zayıf olmasıyla ilgili değildir. İşte Molla İbrahim b. Hasan’ın hayat hikâyesi o güçlü delillerden biridir.

İbrahim b. Hasan ve Ümmete İmam Olmak 

Molla İbrahim, tam adıyla İbrahim b. Hasen b. Şihâbiddîn el-Gorânî eş-Şehrezûrî eş-Şehrânî el-Kürdî, 1025 /1616’da Şehrezûr’e bağlı Şehrân köyünde doğdu.

İlk derslerini babasından aldı. Ardından kendisinin el-Emem kitabının girişinde hocalarından söz ettiği üzere yine memleketinde Molla Muhammed Şerif el-Gorânî ve Molla Abdulkerim el-Gorânî’den ders gördü.

O devirde Müslümanlar, iki sorun yaşıyordu: Avrupa’nın keşiflerle güçlenip İslam alemini güneyden kuşatarak Güney Asya’ya ulaşması ve Safevi Devleti’nin hem bir inanış tarzı hem siyasi iktidar olarak İslam dünyasının merkezine hâkim olma siyaseti. Bununla ilgili olarak Müslümanların tutumu ne olacak? Durumu kabullenecek miyiz yoksa ona karşı bir direniş mi geliştireceğiz?

Moğol istilası sonrasında hikemiliğin ilme karşı desteklenmesiyle Safevi bölgesi akli ilimler denen felsefede epey yol almıştı. Öte yandan Necef ulemasının o coğrafyaya yerleşmesiyle İslam dünyasının merkezine doğru yayılma imkânı da elde etmişti.

İslam dünyasının Şam-Hicaz-Mısır havzası buna karşı, Selâhaddin günlerinden sonra büyük bir ivme kazanan nakli ilimlere sarılarak direniş gösteriyordu. Lâkin bu havzada da İmam İbn Teymiye ve Şeyh Muhyeddin el-Arabî’nin takipçileri arasında bir çekişme vardı ve havza, Safevi etkisine karşı koymakta yetersiz kalıyordu.

İşte bu noktada Kürt ulema, iki kıta arasında hem köprü hem bariyer görevi görmüştür. Bu rolüyle İslam aleminin iki yakasının tamamen kopmasını engellediği gibi Safevi etkisinin Arap Yarımadası’na yayılmasının da önüne geçmiştir. Kürt ulema, nakilden yanadır ama akli ilimleri de bilmektedir. Dolayısıyla simgesi Nasîrüddin et-Tusî olan akli ilimleri, merkezi İslam alemine tanıtırken onları bu tarafın istenmeyen etkilerinden korumuştur.

Bu tarihi vazifede öne çıkan iki alim, Şehrezûr’da Molla Muhammed Şerif el-Kûrdî, Dımaşk’ta ise Molla Mahmud el-Kürdî’dir. Onlar, felsefe ve hendeseyi bilirler ve öğretirlerdi ama zühd ve takvalarıyla öne çıkmış, sahih bir İslam akidesinin mücahidleri idiler. Alim-zahid ve imamdırlar; bu rolleriyle ayrıştırıcı değil, birleştiricidirler.

Buradan Molla İbrahim’in hikâyesine geçecek olursak o, babasıyla beraber hacca giderken kardeşinin hastalanması üzerine Bağdat’ta durmak zorunda kalır. Sair Kürt ulemamız gibi der ki sarf ve nahve vakıftı ama Arapça konuşmayı bilmezdi, kısa sürede Arapça konuşmayı öğrendi. Bazı Türk öğrenciler, bize ders ver, deyince onlara ders verebilmek için kısa sürede Türkçeyi de öğrendi. Ki Farsçayı da felsefe kitaplarını anlayacak kadar bilmektedir.

Molla İbrahim, bir gün rüyasında Şeyh Abdulkadir el-Geylânî’yi görür ve şeyh, ona batıya doğru git, der. Bunun üzerine Şam’a geçer. Buraya kadar felsefe, mantık, hendese, tefsir ve fıkıhta yol almış ama kendisini hadis ve tasavvufta yetersiz görür. Kendini hadis ilmine verir ve Dımaşk müftüsü Necmeddîn el-Gazzî’den ders alarak ondan Sahîhü’l-buhârî icazeti alır.

Molla İbrahim, hadis peşinde koşarak Şam’dan Mısır’a geçer, hadis ilminde derinleşmeye devam eder. Ardından Hicaz’a kast eder. Artık hadis konusunda epey yol almıştır, öyle ki denizde yolculuk yaparken geminin batması durumunda kendisindeki ilmin kaybolacağı endişesine kapılır.

Nihayet Hicaz’da çağın tasavvuf şeyhi Kuşâşî’ye talebe olur. Kuşâşî büyük bir alim olduğu gibi, Nakşibendi tarikatı ile birlikte pek çok tarikattan da icazet almıştır.

Molla İbrahim’de zekâ ve gayret, ilim ve ihlas, ihlas ve azm (sabır) bir araya gelmiştir. O, mezhepte Şafii’dir ama dört mezhep fıkhında icazet almıştır.

Kuşâşî ondaki bu mahareti görür ve kızını onunla evlendirerek onu halifesi olarak tayin eder. Böylece Molla Muhammed Şerif- Necmeddin el-Gazi ve Kuşâşî’nin ilmi onda buluşur. Başka bir ifadeyle onda zahiri ilimlerle batıni ilimler bir araya gelir. O, artık hem bir alim ve hem Nakşibendi tarikatına mensup bir şeyhtir. Medine’de Mescid-i Nebevî’de halkasını oluşturur. Talebesi ve bize onun hakkında pek çok malumatı er-Rıhle adlı eserinde aktaran Ebû Sâlim Ayyaş’ın tanıklığıyla sarığının büyüklüğüyle uğraşmaz, basit giysisi içinde konuşuncaya kadar talebelerinden farkı anlaşılmaz.

Şanı öyle yayılır ki kendisi “XI. Asrın İmamı” diye anılır. Ona pek çok unvan verilmiştir ama kanaatimce onu en iyi şekilde “sufilerin fakihi ve fakihlerin sufisi”, “salihlerin alimi ve alimlerin salihi” tarif eder. Bu, tarih boyunca Kürt ulemanın iki meşhur vasfıdır.

1101/1690’da vefat eden ve Cennetü’l-Baki’de medfun Molla İbrahim, tamamına yakını elimizde bulunan 80-100 arası eser kaleme almış ki sadece İstanbul kütüphanelerinde 72 eseri tespit edilmiştir. O bu eserlerinde bir yandan hem bir ihya önderi hem bir mürşiddir ve Müslümanların dört sorunu üzerine odaklanmıştır: Safevi genişlemesi, Müslümanların durağanlığı, dünyevileşme, Güney Asya krizi.

Bunlardan üçü te’lifatı ile ilgilidir. Diğeri talebe yetiştirmekle. Safevi etkisine karşı tevhid vurgusu yapar, bunun için Kelime-i Tevhid’in irabı üzerine eser yazar. Müslümanların durağanlığının cebri görülme ve dolayısıyla aksiyonsuz kalma vaziyetine karşı kaderin hakikatini anlatır, fiilde insan iradesinin yeri üzerine eser kaleme alır. Aynı bağlamda dünyevileşmeye karşı tasvvuf ve zühd vurgusu yapmıştır.

O günlerde İbn Arabî çizgisinde olanlarla İmam İbn Teymiye çizgisinde olanlar arasında tekfire varan ithamlar vardır.

O, İbn Arabî’nin eserlerini okuturken onu taklit konumunda kalmaz, ona eleştiri olarak anlaşılabilecek izahatlar getirir, akidede Selef-i Salihin’e bağlı kalır. İmam İbn Teymiye’nin ve İbnü’l-Kayyım İbnü’l-Cevzî’nin İslam’a hizmet ettiklerini ifade eder. Hatta bazı görüşlerinde İbn Teymiye’ye bağlanır. Her alanda ümmetin iki yakasını bir araya getirir.

Talebelerinden biri, İslam aleminin en batısı Batı Sahralı Ebû Sâlim el-Ayyâş iken diğeri Endonezyalı Abdurrauf es-Sıkillî’dir. Es-Sıkıllî, ondan Şettâriyye tarikatının hilafetini alır, Endonezya’ya gider, Müslümanları teşkilatlandırır ve İslam’ın ulaşmadığı adalara, ada derinliklerine İslam’ı ulaştırır ki bu faaliyetlerin de etkisiyle bugün Güney Asya’daki Müslüman nüfusu 300 milyonu çoktan aşmıştır.

Hind ve Sind gibi nice İslam coğrafyasında Molla İbrahim’in her bir talebesi daha sonra Şeyh Halid örneğinde olduğu gibi bir bölgede asrının ve sonraki asırların imamı olarak öne çıkar.

Kendi hane halkından ise oğlu Ebû Muhammed’in meşhur talebelerinden biri Hindistan’da hadis ilimlerini ihya eden, müceddid Şah Veliyullah Dehlevî’dir, diğeri ise Muhammed b. Abdülvehhab’dır. Biri Hanefi ve diğeri Hambelidir ve ikisinin de İslam alemi üzerindeki etkisi malumdur.

el-Gorânî, günümüzde Batı’da ve İslam aleminde, hakkında en çok araştırma yapılan İslam alimlerinden biridir ve ortak bir görüşle, İslam’ın son beş yüzyılını en çok etkileyen ve neredeyse her ihya hareketinin silsilesinde yer alan bir imamdır.

Zannederim, Şehrezûr’un Şehran köyünden bir gencin arkasında sultanlar olmadan nasıl da asrına ve asrından sonrasına yön veren bir ilim padişahına dönüştüğünün farkındayız.

Sonuç olarak;  

Molla İbrahim b. Hasen’in şahsiyeti değerlendirildiğinde Kürt ulemanın şu has vasıflara sahip olduğu söylenebilir:

  1. Ulemamız, Şafiî ve Eşa’rî’dir. İmam Şafiî’ye sadece bağlı değil, aynı zamanda onun muhibbidir. Ama diğer mezheplere de vakıftır, o mezheplerin talebelerine ders verir, onlardan da istifade eder, gerektikçe fetvalarına başvurur.
  2. Ulemamız, akli ilimleri, hendeseyi, mantığı bilir ama naklî ilimlerden yanadır, kimliğini orada ortaya koyar.
  3. Ulemamız, İslam uleması içinde kendisini kavmine nispette müstesnadır, hemen hemen hepsi kendisi için el-Kürdî demiştir ama asla ırkçı değildir.
  4. Ulemamız, memleket sevdasıyla dolup taşmaktadır ama İslam uğruna uzaklara gidip tedrisatta ve imamette bulunmuştur.
  5. Ulemamız, hem alim hem sufidir. Onları zıt görmez, onları ilim ve takva bağlamında bütünleştirir.
  6. Ulemamız, sadece dini ilimlerle uğraşmaz, aynı zamanda imam ve mürşiddir. İlim talebesi yetiştirirken halka önderlik eder ve halkı irşad eder.
  7. Ulemamız, haktan yanadır, zulme karşı durmakta halkının önderidir. Ama müzmin muhalif değildir, saraylarla uğraşmayı iş edinmez. Yeri ise ilim halkaları ve halkın arasıdır.
  8. Ulemamızın en mühim niteliklerinden biri ise fedakârlıktır. Denebilir ki fedakârlık, ulemamızın gemisidir. Onunla yol alır. Dışlansa da hak ettiği ilgiyi görmese de darılmaz, Müslümanlara hizmet etmeye devam eder.

Bu vasıfları ulemamız, İttihad-ı İslam’ın (Müslümanların birliğinin) atardamarları gibidir. İslam’ın kalbinden ümmet gövdesine hayat taşırlar. Onları tarihten silmeye varan düşmanlık, esasen İslam birliğini yok etmeye yönelik stratejinin bir yanıdır.

Ulemamızın bu vasıfları ile ihya olmaları, sadece Kürtlerin itibarlarını kazanmalarına katkı sağlamayacak, aynı zamanda Müslümanlar arasında birliğin de ihyası olarak işlev görecek.