• DOLAR 34.611
  • EURO 36.331
  • ALTIN 2924.126
  • ...

Şafiî Mezhebi ve Kürt Aklı

Kürt aklıyla ilgili açıklığa kavuşması gereken iki soru vardır: Şafiî mezhebine mensup olmak, Kürtlerin dünyaya bakışını nasıl etkilemiş? Kürt aklının oluşmasında ulemanın yeri nedir?

Kürtlerin tutumlarıyla Şafiî mezhebi arasında tarihte ilgi kuran olmuş mu? Bilinen bir konu değil. Ama Türkiye’de Sosyalist örgütlenmenin Kürtçü eğilimlerle kaynaşıp silahlı çatışmayı başlattığı süreçte Kürtlerin tutumlarıyla Şafiî mezhebi arasında bağ kurmaya çalışan oldu.

Yazılı çalışmalara konu olmasa da kimi yapılar, Kürtlerin şiddet olaylarından uzak durmaları için Şafiî mezhebinden uzaklaştırılmaları gerektiğini öne sürdü. Onlara göre Kürtler, yapısal olarak isyancıydılar ve bunda Şafiî olmanın etkisi vardı.

Irkçı eğilim ürünü bu iddia, kökten yersizdir. Zira Kürtler yapısal olarak isyancı değildir, dolayısıyla Şafiî mezhebinin onları isyana sürüklemiş olması da söz konusu olamaz.  

Yakın tarih açısından ise bu iddiada açık bir sapıtma vardır. Zira şiddet olayları Kürt ulema tarafından başlatılmadı ve saygın Kürt ulema, şiddetin tarafı olmadı. Kürt ulemanın kıyamları, Batı’nın İslam dünyasını istila etmeye başladığı günlerde gerçekleşti. İslam Şeriatı, ulus devletler üzerinden hukuk sisteminin dışında bırakıldı ve Kürtler, Batılı hukuk düzeninde temel insanî haklardan yoksun bırakıldı. Bu da Kürtlerin bir kısmının silahlı mücadeleye başlamasına yol açtı. O mücadeleye hiç kuşkusuz ulema, öncülük etti. Ama son dönem Sosyalist örgütlerin şiddete başvurmalarıyla ulema arasında ilgi kurmak abesle iştigaldir.  

Batılılaşmanın ardından Kürtler, siyaseten açıkta kaldı ve kültürel olarak tükenme tehdidi yaşadı. Buna karşı ulema, sivil yaşama kabiliyetiyle Kürt edebiyatı ve kültürünün yaşamasını sağladı. Ama süreç içinde Irak’taki karmaşık özel durum dışında kendini silahlı mücadelenin dışında tuttu.

Şafiî mezhebiyle şiddet eylemleri arasında ilgi sadece Türkiye’de kuruldu ve Türkiye’de bu eylemleri başlatan örgüt, din ve mezhep tanımadı, Sosyalist bir yapı olarak doğdu ve öyle kaldı. Dolayısıyla söz konusu ilgiyi kuranlar peşin hükümlüdür.

Bu bilindikten sonra şu sorulabilir: Kürtler, Şafiî mezhebini tabiatlarına uygun buldukları için mi seçtiler, yoksa Şafiî mezhebi mi Kürtlerin tabiatını şekillendirdi?

Hemen ifade etmek gerekir ki Kürtlerin kayda değer bir kitlesi, yüzyıllardır Hanefi mezhebine geçmiştir ve Hanefi Kürtlerle Şafiî Kürtler arasında bir tutum farkı yoktur. Hatta Alevi Kürtler bile, ana hususlarda Şafiî Kürtlerle aynı tutumları gösterirler. Osmanlı Devleti tarihine bakıldığında Alevi Kürtlerin Kürt bütünlüğü içinde hareket ettikleri de görülecektir. Alevi Kürtler de Türkmen Alevilerden ya da Nusayri Araplardan farklı olarak sürekli bir isyan hâlinde değiller. Genel olarak Osmanlı ile “mesafeli uyum” içinde yaşadılar. Lâkin hakları konusunda duyarlı oldular ki bunda da yadırganacak bir durum yoktur.

Kürtler, muhtemelen 4/10. yüzyıldan başlayarak Şafiî mezhebine yöneldiler ve 12. yüzyılda sonraki bazı yönelişler dışında onların ezici çoğunluğu Şafiî mezhebine tabi oldu. 11. Yüzyılda Şafiî mezhebi, etkin olduğu Mısır ve Şam’da Fâtımîlerden dolayı yerini korumakta güçlük çekiyordu. İran’ın Fars milliyeti mensupları bütün olarak Şafiî’ydi. Bugünkü Irak Kürdistan Bölgesi de Şafiî mezhebinin odak noktalarından biriydi. Nitekim Yakût el-Hamevî, “Şehrezûr’da pek çok sayıda imam, alim, kadı, fakih yetişmiştir. Özellikle burası Şafiî fukahasıyla dolu bir bölgedir.” der.

Ne var ki zamanla Şafiî mezhebinin sivil yapılı direnci, Kürt coğrafyası dışında bütün alanlarda kırıldı. Fâtımî sürecinde Mısır ve Şam’da nüfus kaybına uğradı. İran’da da Fars milliyeti bağlamında tamamen eridi. Ama Kürtler arasında İran’da Safevî yönetimine karşı dahi ayakta kaldı. Mısır ve Şam ise Eyyûbî resmi koruması ve Kürt Şafiî uleması sayesinde Şafiî mezhebine yeniden yöneldi. Günümüzde ise Kürt ulemanın etkisi azalınca Şafiî mezhebi Ürdün ve Filistin dışında varlığını sürdürmekte sorunlar yaşıyor hatta Filistin’de dahi eriyor.

Bir halkın bir mezhebe tabi olması için söz konusu mezheple tabiatı arasında uyum varlığı zorunlu değildir. Toplumlar tabiatlarına en zıt inanışlara da yönelebilirler. Fakat şunda şüphe yok ki Şafiî mezhebi henüz oluştuğu süreçte sivil bir dindarlığı tercih etti. İmam Şafiî, kendisinden önceki İmam Cafer-i Sadık, İmam Ebû Hanife ve İmam Malik gibi çağlarının siyasal nizamları ile aralarına mesafe koydu. Lâkin diğer üç imamın mezhepleri siyasal nizamlarla kaynaşırken Şafiî mezhebi genel olarak sivil kaldı.

Şafiî uleması, zekâtı sivil bir sürece çekti, ilim ehlini zekât almaya teşvik etti. Bu durum, ulemayı, sivil ekonomik korumaya kavuşturdu ve faaliyetlerini sivil olarak sürdürmelerini kolaylaştırdı. Nitekim Şafiî mezhebinin tarihteki en güçlü devleti Eyyûbî Devri’nde de bu sivil yan genel olarak korundu.  

Kürtler, yaşadıkları tarihsel süreçte belki Şafiî mezhebinin bu sivil yanından istifadeyle sivil bir İslâmî yaşam geliştirebildiler. Ulemamız, oldukça eski bir devirden bu yana İmam Şafiî’yi bizzat anarak, resmî kurumlardan maaş almayı yadırgadı, resmî kurumlardan maaş almayı istenmeyen bir bağlanmanın sebebi olarak gördü ve mümkün oldukça sivil kaldı. (Ulus devletlerde bile ancak son çeyrek yüzyılda Kürt cami görevlileri kitlesel olarak maaşlı memur statüsüne geçmişlerdir.)

Bu sivil İslâmî yaşam, Kürtlerin ulus devletlerle birlikte yaşadıkları travma ve sorunlar karşısında onlar için adeta “yaşam kaynağı (ava heyatê)” oldu. Öyle ki günümüzde hâlâ oldukça yaygın bir şekilde Kürtler arasında medeni İslâm hukuku uygulanmakta, alim sıfatına haiz hemen hemen bütün şahsiyetler aynı zamanda medeni hukukta bir tür sivil kadılık yapmaya devam etmektedir.

Sivil kadılarımız, ki onlara fetva ehli diyebiliriz, halk arasında mutlak bir itibara sahipler ve bütün kesimlerden saygı görürler, zira bugüne kadar onların vicdanlarını bozduklarına dair hiçbir algı oluşmamıştır, kimse böyle bir algı oluşturmaya dahi yeltenmemiştir. Kürtlerin dinlerine sıkıca bağlılığında bu sivil kadıların, bu adanmış fedakâr ulamanın yeri çok büyüktür.

Büyük Alimler ve Kürt Aklı

Kürt ulema sınıfı bilindiği kadarıyla 6/12. yüzyılda, Kürtlerin Müslüman siyaseti içinde yükselmelerinden bağımsız olmadan ama Kürtlerin Müslüman siyaseti içindeki konumunu da aşarak İslam dünyasında önderlik makamına yükseldi. Onlar, bu önderlikte elbette yalnız değiller ama bu önderliğin en çok öne çıkanları arasındadırlar.

Henüz Eyyûbî Devleti varlık bulmadan Kürt ulema, öncüler arasında yer almaya başladı ve Eyyûbî Devleti’nin varlık bulmasında o ulema da katkı sağladı. Eyyûbî Devleti’nden önce Zengîlerin Kürt coğrafyasında sağladıkları istikrar ve onlardan önce de Büyük Selçuklu Devri’nde Şafiî Nizamiye medreselerinin açılması da Kürt ulema sınıfının oluşmasında bir yere sahiptir.  

Hz. Ömer’in mutlak imamlığı ve Ehl-i Beyt’e ödünsüz bir muhabbet, Kürt dindarlığının esasını oluşturur. Bu iki unsur bilindiği kadarıyla Kürtlerin bütün kesimlerinin ortak paydasıdır. Kürtleri bu ortak paydadan uzaklaştırmak isteyenler bazı marjinal yapılar oluşturmuşsa da asla kitlesel anlamda başarılı olamadılar. Kürtler, adaleti daima Hz. Ömer’le tarif etmişlerdir. Onlar için İmam Ömer, Ömer-i Âdil’dir, adalette kemale ulaşmıştır. Sol gruplar, bunu değiştirmek istediklerinde bazı gençleri etkileyebildilerse de sonuçta yenildiler.

Bu direncin oluşmasında hiç kuşkusuz büyük pay Şafiî ulemasınındır. Kürt ulema, bilinmeyen bir tarihten bir yana ama muhtemelen Moğol istilası ile birlikte sultanların adını hutbede anmaz, buna karşı Aşere-i Mübeşşere, Ehl-i Beyt-i Mustafa’dan İmam Hasan ve Hüseyin ile pâk anneleri Hz. Fatıma’yı ve Ezvac-ı Mutahharadan Hz. Hatice ve Hz. Aişe’yi zikreder hatta mübarek iki amca Hz. Abbas ve Hz. Hamza’ya da dua eder. İkinci hutbedeki bu anış, Kürt ulemanın Ümmeti buluşturma konusundaki hassasiyetinin vesikasıdır. Kürtler, Müslümanların birliğinden yana oldular ve Ümmet de Kürt ulemanın bu hassasiyetini sevdi, bu vesileyle tarih boyunca farklı etnik yapılardan ilim ehli, Kürt ulema etrafında buluştu.   

Kürt ulemanın bütün İslam alemini etkileyen ilk iki ismi bilindiği kadarıyla felsefeci Sühreverdi ile Şeyh Sühreverdi’dir. Felsefeci Sühreverdî Kürtler arasında yer bulamadı, Anadolu Selçuklularına sığındı, Halep’e geçtiğinde ise hapsedilip katledildi.  

Şeyh Sühreverdi ise İslam dünyasında o devirde oluşmaya başlayan tarikat dergahlarının piri ve fütüvvet teşkilatının Halifeden sonraki büyük imamı olarak neredeyse bütün Müslüman kesimleri etkiledi. Şeyh Sühreverdî, Abbâsîler adına elçilikte bulunsa da kesinlikle bir saray alimi değildir, kendisi ve ailesinin diğer şeyhlerinin daima yönetime karşı mesafeli bir duruşu vardır. Onlar, ne isyan ettiler ne de tamamen bağlanmayı kabul ettiler. Sühreverdî, bu hususta kendisinden sonraki Kürt ulemanın Müslümanları bütünleştirme hususundaki öncü ismidir.  

Eyyûbî-Memlûk sürecinde Kürt ulema neredeyse bütün ilimlerde öndedir. İzz b. Abdüsselam, o devirde onların imamları arasındadır. İbn Teymiye’nin önderlik ettiği akım Kürt ulemayı bir miktar geri plana itmiş midir, belki. Zira İbn Teymiye’ye tabi büyük simaların bir kısmı Kürt iseler veya Kürtlerin içinde yetişmiş olsalar da genel olarak ondan önceki devre göre Kürtlüklerini daha az vurgulamışlar, diğer ulema el-Kürdî olarak anılırken onlar anılmamışlardır. O ulema, fıkıhta Şafiî olsa bile akidede ve günlük tutumlarda Hanbelî’dir ve Kürtler üzerinde etkileri bazı alimlerle sınırlıdır.  

Osmanlı Devri’nde Taceddin el-Kürdi, Akşemseddin, Molla Gürânî ve Ebû Suud gibi isimler elbette dünyayı etkileyecek konumlardaki şahsiyetlerdir. Ama onların tamamı mezheplerini değiştirip Osmanlı resmi nizamı içinde yer alan şahsiyetlerdir. Bilindiği kadarıyla sadece Akşemseddin, hayatının son yıllarında tasavvufun da etkisiyle sivil bir İslâmî yaşama yönelmiştir.

Onlar bir yana Kürt ulema, özellikle İran’ın mezhepsel değişiminin ardından Şafiî mezhebinin ve Nakşîbendî tarikatının imametini üstlendi.

Bu bağlamda Kürt ulemanın Şeyh Sühreverdî’den sonra tarihteki en etkili iki şahsiyeti, iki yüzyıl arayla, İbrahim b. Hasan b. Şihabuddîn el-Gorânî (Kûrânî) eş-Şehrezûrî- el-Kürdî ile onun hemşehrisi Şeyh Halid-i Zülcenaheyn eş-Şehrezûrî (el-Bağdadî) el-Kürdî’dir.  

Şafiî mezhebine mensup ve Nakşibendî tarikatı mensubu olan İbrahim b. Hasan, 1025/1616 Şehrizûr’da (Süleymaniye çevresinde) doğdu ve Medine’ye yerleşerek kendisinden sonraki büyük ihya önderlerinin tamamının imamı olarak belirdi.

Şeyh İbrahim, bir yandan ümmeti ıslah etmeye yöneldi, bunun için onun silsilesinde büyük ihya önderleri yetişti, diğer yandan İslam’ı gayrimüslim coğrafyalara yaymak için gayret etti.   

O, bir Osmanlı devri ulemasıdır ama Osmanlı sarayına bağlı değildir, Osmanlıya karşı isyanda da değildir. Merkezden uzak olmanın ve Hicaz’da bulunmanın bütün imkânlarını kullanarak sivil bir faaliyet alanı oluşturdu. Takip ettiğim kadarıyla İslam alemini etkileyen, kendisinden sonraki bütün ihya önderlerinin silsilesinde yer alacak kadar öncü bir konuma çıktı. Bununla beraber Malezya, Endonezya ve Doğu Afrika’nın Müslümanlaşmasını da sağlayacak faaliyetler geliştirdi.  

Şeyh İbrahim’in bu çapta bir dinî hizmeti sivil olarak başarması, dünya din tarihi açısından da araştırılmaya değerdir ve onun bu başarısı Kürt aklının sivillik eğiliminden bağımsız da değildir.

Şeyh Halid eş-Şehrezûrî de Şeyh İbrahim ile aynı yolu sürdürdü, Nakşibendi bir alim olarak belki onu birebir örnek aldı ve kendisinden sonra İslam dünyasının büyük ihya önderlerinin neredeyse tamamını etkiledi.  

Şeyh Halid de Osmanlıya karşı kesinlikle bir isyan içinde bulunmadı ama kararlı bir şekilde sivil bir İslâmî faaliyet yürüttü. Ne isyan ne de bağımlılık, onun da sisteminin esasını teşkil eder.

Şeyh Halid, gayrimüslimleri İslam’a davet konusunda yoğun bir faaliyet geliştirmediyse de onun mensupları gayrimüslimlerin İslam dünyasına yönelik istilalarına karış direnişte yer aldılar, İslam dünyasının laikleştirilmesine karşı da yine kayda değer bir duruş sergilediler.

Türkiye’de Üstad Bediüzzaman ve Millî Görüş camiası, Mısır’da İhvan-ı Müslimin ve İslam dünyasının genelinde onun etkisindeki yapılar Şeyh Halid’den istifade ettiler. Günümüzde Endonezya’da İslam şeriatı ile yönetilen Açe-Sumetra bölgesi de Halidî’dir.

Şeyh Halid, devletlerin İslam’dan uzaklaştıkları bir süreçte sivil bir İslâmî yaşam için, kendisinden önceki tarikat zeminini ihya etti, kendisinden sonrası için de cemaat zeminini hazırladı. Bu, İslam dünyasında tartışmaya mahal bırakmayan tarihi bir önderliktir.

Netice olarak Kürtler, Ümmeti bütünleştiren alimleri ile dünyaya açılmış, bir tür dünya sultanlığı elde etmişlerdir. Dolayısıyla onların zihin dünyasında alimler, daima kendileri için bir çıkış kapısını gösterecek kesim olarak var olmuşlardır.

Devam edecek…